27 Aralık 2016 Salı

Sergüzeşt


        Dün kimya öğretmeni arkadaşım okulun kütüphanesine pek çok kitap getirmişti. Ben de kitapları inceleyip merak ettiklerimi ödünç olarak aldım. Ödünç aldım diyorum çünkü henüz kütüphanecilik kulübüne verilmese de bu kitaplar kütüphaneye ait. Aldığım kitaplardan biri Okul Sıkıntısı diğeri ise Sergüzeşt'i.

      Sergüzeşt ince ve akıcı olduğu için bir günde ( hatta bir akşam da) bitiverdi. Samipaşazade Sezai'ye ait olan bu kitabı hep duyardım ama hiç okumamıştım. Dün sonunda okumuş oldum.


            Kitap Çerkez bir köle olan Dilber'in küçük yaşlarda ailesinden kopartılarak İstanbul'a gelişiyle başlıyor. Anne özlemi çeken küçük kız ilk satıldığı evde sürekli dayak ve kötü muamele gördüğü için çok mutsuz oluyor. Hatta öyle ki evden bile kaçıyor. Sonrasında bu aileden tekrar köle tacirlerine satılıyor. Oradan da İstanbullu başka bir aileye satılıyor. Bu ailede mutlu oluyor Dilber,  hatta aradığı aşkı da buluyor. Evin oğlu Celal Bey'le aralarında bir aşk başlıyor. Ne yazık ki evin hanımı bu durumdan haberdar olur olmaz Celal Bey'den gizli Dilber'i tekrar köle tacirlerine satıyor. Dilber buradan  Mısır sarayına satılıyor. Kitabın sonunda aşıklar birbirine kavuşamıyor; biri deliriyor biri de ölüyor. Kitap bu şekilde bitiyor.

          Dili son derece basit ve akıcı. Konusu ilk etapta ilgimi çekse de sonrasında basit bir karasevdaya dönüşmesi pek hoşuma gitmedi. Konuyu basit ve sığ buldum. Bu arada kitabın ismi ne anlama geliyor diye merak ettim ve "serüven, macera" anlamına geldiğini öğrendim. Böylece kitabın ismini de basit buldum.


              Yaşadığı dönemin önemli yazarlarından olan Samipaşazade Sezai,  bu kitabı yazdıktan sonra Osmanlı'nın kendisini göz hapsine aldığını düşünüp yurt dışına gitmiş ve orada Jön Türklere katılmış. 1860 ve 1936 yılları arasında yaşamış.  Bazı internet sitelerinde Türk edebiyatına realizmi getiren kişi olarak ifade edilmiş. İlk küçük hikayeler yine bu yazar tarafında yazılmış.

        Kitaptaki kimi sorgulamalar güzel olmakla birlikte, bana yine de basit geldi. Bu nedenle tavsiye kısmını es geçip okuyup okumama konusunda kararı sizlere bırakıyorum. Sevgiler...

26 Aralık 2016 Pazartesi

Filler Sultanı İle Kırmızı Sakallı Topal Karınca


            Yaşar Kemal'in bu kitabını daha önce hiç duymamıştım. Bu yıl edebiyat öğretmenleri 10.sınıflara bu kitabı ödev olarak vermişler. Öğrencilerde görünce merak ettim ve ben de okudum.


        Yaşar Kemal bu kitabıyla hem büyüklere hem küçüklere masal anlatmış. Sömürünün ne demek olduğunu, sınıf farklılıklarını hayvanlardan örnek vererek anlatmış. Bana biraz hayvan çiftliğini anımsattı. Hayvan Çiftliği nasıl komünizm eleştirisiyse, bu kitap da kapitalizm eleştirisi olmuş. Kitapta en çok beğendiğim şey ise şu oldu. İster fil ister kuş isterse karınca olsun hepsi insanoğluna benzemekten korkuyor. Şu söz sık sık söyleniyor; " sizin bu yaptığınızı ancak bir insan bir insanoğluna yapabilir, hayvanlar aleminde bu olamaz." Bu sözlerle hayvanlar,   ne yaparlarsa yapsınlar insanlar kadar acımasız vahşi olamayacağını söylüyorlar. Bence de haklılar.

            Kitap bol bol resimlerle süslenmiş. Lise çağındaki çocukların rahatlıkla okuyabileceği bir kitap. Bizim yaşlar için biraz basit kalmış. Ama benim gibi masal tadında kitaplar okumaktan hoşlanıyorsanız size de tavsiye ederim. Sevgiler...

25 Aralık 2016 Pazar

Geç Kalanlar


            Cumartesi günlerini çok seviyorum. Hele bir de tiyatro izleyeceksem daha çok seviyorum. Dün biraz erken gittim Üsküdar'a. Arkadaşımla kahve içtikten sonra biraz boğazı seyredelim dedik. Ne muhteşem bir görüntü ( şimdi aklıma geldi neden fotoğraf çekmedim ki). Her havada ayrı güzel bu boğazın görüntüsü. Dünün yağmurlu ve kasvetli havasında da çok ama çok güzeldi. Soğuğu iliklerime kadar hissettikten sonra, tiyatroya doğru yürümeye başladım. Bu yürüyüş sayesinde Üsküdar'ın yokuşlarında yeniden ısınmış oldum.

        Dün Geç Kalanlar oyununu izledim. Tiyatroda bir tane bile boş koltuk yoktu. Oyun başladığında da anladım neden boş koltuk olmadığını. Tahmin ettiğiniz gibi oyun çok etkileyiciydi.


       Oyunun yazarı Pervin Ünalp'miş ( kendisini tebrik ediyorum), yönetmeni Nihat Alpteki, oyuncuları ise: Elçin Atamgüç, Zafer Kırşan, Defne Gürmen, ve Vildan Gürelman.

        Oyuncuların hepsi muhteşem bir performans sergilediler. Hatta o kadar muhteşemdi ki oyunun sonunda boğazımda bir yumruk, gözlerim dolu dolu çıktım salondan. İnsan tiyatroda ağlar mı yahu? Uyarmadın demeyin, bu oyunda ağlayabilirsiniz.


      Oyunun metni kitap olsa altını çizeceğim not alacağım pek çok cümleyle doluydu. Hayata dair pek çok ders içeriyordu. Kadın erkek ilişkilerine dair çok güzel sorgulamalar vardı. En önemlisi kırgınlıklarla geçirdiğimiz bir dolu zamanımızı nasıl boşa harcadığımızı anlatıyordu oyun, tabi ki özür dilemenin ve affetmenin de öneminden bahsediyordu. Çoğumuzun söylemekte zorlandığı "seni seviyorum" sözünün önemini kafanıza vura vura gösterirken gözleriniz dolu dolu oluyordu.


       Bence bu oyunu herkes izlemeli. Ders alınacak çok fazla şey var. Hatta GEÇ KALMADAN izlenmeli. Buradan hemen oyunun ismine de gönderme yapmış olayım. Hayatta bazı şeylere geç kalındı mı hiçbir anlam ifade etmiyor. İşte oyunun asıl vermek istediği mesaj bu. Geç kalmadan özür dileyin, geç kalmadan affedin, geç kalmadan seni seviyorum deyin.

       Buradan şehir tiyatrolarına teşekkür etmek istiyorum. İzlediğim iki oyunda da ( Cyrano de Bergerac) mest olarak çıktım. İyi ki tiyatro var. İyi ki sanat var. Teşekkürler...

       

22 Aralık 2016 Perşembe

Celile / Ela Gözlü Pars


        Üç gün de okuyup bitirdiğim bir kitapla karşınızdayım. Osman Balcıgil'in daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. Bu ilk kitabım oldu. Açıkçası kendisinden haberim yoktu. Yani böyle bir yazarı hiç duymamıştım. Meğer dokuz tane romanı varmış. Bu kitabı öğrencilerimin elinde gördüm, konu Nazım Hikmet'in annesi olunca okumak istedim.




         Kitap 416 sayfa. Ama bölüm aralarında boş sayfaları çok olduğu için aslında daha az sayfadan oluşuyor. Okurken edebi bir tat alamadım. Ama akıcı ve rahat okunan bir kitaptı. Bazı bölümler arasında da kopukluklar vardı. Yahya Kemal'le tam olarak nasıl ayrıldıklarını anlayamıyorsunuz. Orada sanki bölüm atlanmış gibiydi. Kitap bir yerde de 1922 yılından pat diye 1924 yılına geçiyor.  Bir de bana, tam bir araştırma yapılmamış gibi geldi. Ben çok daha detaylı anılar ve bilgiler bulacağımı düşünürken, sosyal medyada ve medyada  sık sık dile getirilen olaylardan ibaret olduğunu gördüm.

     Bununla birlikte Celile'nin yaşam tarzı, seyahatleri, kayınpederi ve babasıyla kurduğu iletişimi çok modern buldum. Tek başına, hem de savaş yıllarında; Halep'e, Paris'e falan gidiyor. Büyük cesaret doğrusu. Yazarın dediği gibi özgür ruhlu bir kadın. Çizdiği Nü resimler, O'nun ne kadar cesur olduğunu gösteriyor.

        Bu kitap, sanki biraz hızlı yazılmış, aceleye getirilmiş gibiydi. Edebi bir tat da bulamayınca, okumak zaman kaybı gibi geldi bana. Bu nedenle tavsiye konusunda net değilim.
Sevgiler...

      

18 Aralık 2016 Pazar

Hayal

       Harika bir Ayşe Kulin kitabıyla karşınızdayım. Kitap, Yahya Kemal Beyatlı'nın "İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar." sözleriyle başlıyor.


         Hayal'de yazar kendi anılarını yazmış. 1983 ve 2013 yılları arasında yaşadıklarını bizimle paylaşmış. Artısıyla eksisiyle tüm yönlerini bence objektif bir biçimde vermiş. Bu arada kitaplarını nasıl yazdığını, nasıl araştırmalar yaptığını ve nerelere gittiğini de yazmış. Böylece kitap yazarken neler yapılıyor bunları da öğrenmiş oldum. İnsanlarla yaşadığı sorunları anlatırken kendi öz eleştirisini de güzel bir şekilde satırlara dökmüş.


         Kitabın en güzel sorgulamalarından biri şuydu: Çok satanlar içinde olmak kalitesiz yazar olmak demektir. Evet Ayşe Kulin'de çok satanlar arasında ama bu O'nun kalitesiz olduğunu tabi ki göstermez. Ama sade bir okur olarak şunu söyleyebilirim; kitapları bir belgesel niteliğinde olmakla birlikte bir edebi eser değil. Ayşe Kulin'in sanırım iki üç kitabı haricinde tüm kitaplarını okumuşumdur ve keyifle okumuşumdur. Ama edebi bir tat alamamışımdır. Aslında tartışılması gereken şey edebi olup olmadığı olmalı, kaliteli olup olmadığı değil. Herkese hitap ediyor diye küçümsenmemeli kitaplar (hani şu dağdaki çoban da okuyor söylemleri gibi). Bu yüzden çok satanları da okurum ve küçümsemem yazarlarını. Biz iki satır bile yazamayanlar olarak sayfalarca kitap yazanları küçümseme hakkımız yok diye düşünüyorum.

         Kitaba Hayal ismini vermesi çok anlamlı olmuş. En önemli hayali yazar olmakmış, kitap bunun üzerine kurulu. Ben çok beğenerek okudum. Sizlere de tavsiye ederim...

14 Aralık 2016 Çarşamba

Parma Manastırı


           Uzun süredir klasik okumuyordum. Simurg kitap grubumun seçtiği Parma Manastırı'yla okumuş oldum. Büyük bir heyecanla aldım kitabı. Çünkü bu kitabı Balzac tam üç kere okumuş ve yere göğe sığdıramamış. Tolstoy'da Savaş ve Barış adlı eserinde savaş sahnelerini bu kitaptan esinlenerek yazmış. Böyle övgüleri duyunca beklentimi yükselttikçe yükselttim.


           Önce çalıştığım okulun kütüphanesine baktım. Kitap vardı ve 200 sayfaydı. Ufak çaplı bir şok yaşadım. Çünkü kitap 560 sayfa civarında diye duymuştum. İletişim ve Can yayınlarından çıkan kitaplar 560 sayfa civarındaydı. Şokum ufak çaplıydı, çünkü Türkler bunu çok yapıyordu. Üç ciltlik bir eseri size 150 sayfada veriyorlardı. Hal böyle olunca internetten aldım kitabı. Gelene kadar da heyecanla bekledim.

         " Hayattaki mutsuzlukların en önemli kaynağı beklentimizi yüksek tutmaktır." diyerek ona buna ahkam kesen ben, bu kitabı beklerken aynı hataya düştüm. Kitabın ilk yüz elli sayfasını okuduğumda hala kitabı sevememiş ve karakterlerine de ısınamamıştım. Bu ruh halim 560 sayfa bitene kadar da sürdü. Kitapla ilgili tüm mutsuzluğumun kaynağı beklentimin yüksek olmasaydı. Şu da olabilir; zaman zaman ruh halimizle kitap örtüşmeyebiliyor. Bu da kitabın içine girmemizi engelliyor ve okuduğumuz kitap bir işkence aleti haline dönüşebiliyor. Okuduğum kitabı yarıda bırakmamak gibi bir takıntım olduğu için sevmesem de zorlaya zorlaya okumaya devam ediyorum. Neyse..


      Gelelim kitabın konusuna: Aslında kitap bir gerçek yaşam öyküsüymüş. Kahramanımızın adı Fabrizio. Napolyon aşığı olan Fabrizio onun için savaşa gönüllü katılır. Kitabın ilk bölümü bu savaşı anlatır. Savaşta yaşadıkları Fabrizio'nun güvenini sarsar. Çünkü insanlar onun gibi gönüllü değildir. Hatta zor durumda kaldıklarında hırsızlıkta yapabilmektedir. Daha sonra kahramanımız halasının da desteğiyle Parma'ya döner ve manastırda din eğitimleri alır. Halasının kendisine duyduğu aşka da kayıtsız kalır ( bu nasıl hala yahu). Bu sırada başka gönül ilişkileri olur. Onlardan biri de bir tiyatro sanatçısıdır. Tiyatro sanatçısının sevgilisiyle kavgaya girişir ve onu öldürür ( bu kavga bölümü bana son derece sahte geldi, inandırıcılığı olmayan bir cinayetti). Bir süre kaçak yaşadıktan sonra hapishaneye girer ve orada hayatının aşkıyla karşılaşır. Hapishaneden çıktıktan sonra rahip olarak sevgilisinin yaşadığı kasabaya gelir. Sonunda O'nunla yasak aşk yaşamaya başlarlar. Çünkü sevgilisi başka biriyle evlenmiştir. Kitabın sonunda da bütün kahramanlar değişik nedenlerle ölürler. Kitabın sonu sanki aceleyle bitirilmiş gibi geldi bana.

        Roman 19.yüzyılda Paris'te yazılmış. Edebi akım olarak Realizm ve Romantizmden etkilenmiş. Dediğim gibi ben kitabı çok sevmedim ama seveni çok olan bir kitap. Bu nedenle sizlere de tavsiye ederim. Sevgiler...

8 Aralık 2016 Perşembe

Kabuk Adam






           Okuldan arkadaşımın tavsiyesiyle okudum ve okuduktan sonra "iyi ki okumuşum" dediğim bir kitap. Aslı Erdoğan'ın kalemini çok beğendim: Sade, akıcı ve şiirsel bir anlatımı var. Kolay okunan bir kitap gibi görünse de satır aralarında uzun uzun düşündüren cümleler var. Eminim kim okusa takılır o cümlelere.



           Kitabın konusu kısaca şöyle: Cern'de çalışmalar yapan fizikçilerin Karayiplere giderek seminerler yapması. Kitabımızın kahramanı da o fizikçilerden biri; ama Karayiplere gidiş nedeni fizik seminerlerinden çok bedava tatil yapma düşüncesi. Her ne kadar fizikçi de olsa gerçekte bir yazar. Adada yaşadığı her şeyi bir yazar olarak değerlendiriyor. Kabuk Adam ise adada tanıştığı deniz kabuğu satarak geçimini sağlayan Tony adlı bir yerlidir. Aralarında hem korkuya hem şüpheye hem de sevgiye dayalı bir ilişki başlar ve giderek aşka dönüşür.

         Kitabı okurken altınız çizeceğiniz ve tekrar tekrar dönüp okuyacağınız o kadar çok cümle var ki, tıpkı Murathan Mungan kitaplarında olduğu gibi kitabın tüm cümlelerini yazacak duruma geldim.



          Aslı Erdoğan Lire dergisi tarafından " Geleceğin 50 Yazarı" arasında gösteriliyormuş. Kitabı okuyunca gerçekten de girebilir bu 50 yazar arasına diye düşündüm. Edebiyatçılığıyla ilgili yapılan her övgüyü sonuna kadar hakkediyor. Kabuk Adam yazarın ilk kitabıymış ve 1994 yılında yayınlanmış. Bu kadar geç keşfettiğim için üzüldüm doğrusu. Ama zararın neresinden dönersek kardır.

         Bu kitaptan sonra yazarın diğer kitaplarını da okumaya karar verdim. Eğer okumadıysanız sizlere de tavsiye ederim. Güçlü bir kalem ve güçlü bir hikaye...

           Sevgiler...


        Altını çizdiklerimden bir kaç tanesi ( hepsini yazmam mümkün değil):

         Sayfa10: "Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı kara büyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir."

         Sayfa 40: " Yardım istediğimiz insanlar, nedense size bedava bir ahlak dersi vermeye yükümlü sayarlar kendilerini."

          Sayfa 42: " Yalnızlığa öyle alışmıştım ki bir başkasının ilgisini ancak bir tehdit olarak algılayabiliyordum. Yabani bir hayvanın insan karşısında tedirginliğine benzeyen bir duyguydu bu."

    

4 Aralık 2016 Pazar

Cyrano De Bergerac

        Bu yıl tiyatro sezonumu çok ama çok güzel bir oyunla açtım. Dün akşam Ümraniye Sahnesi'nde Edmond Rostand'ın yazmış olduğu Cyrano de Bergerac oyununu izledim. Yazar bu eserinde 17.yüzyılda yaşayan şair ve silahşör Bergerac'ın gerçek yaşamını kaleme almış. Yıllar yıllar önce filmini izlemiştim ve yine çok beğenmiştim.


        Oyun oldukça uzun; 2 saat 30dakika sürüyor ve iki perde. Ama konu iyi olduğu için seyirci sıkılmadan izleyebiliyor. Benim oyunda tek rahatsız olduğum şey zaman zaman müzik ve konuşmalar ya da şarkı ve konuşmalar aynı anda olduğu için oyuncuların konuşmalarını duyamadım. Bence bu duruma bir çözüm getirmeleri gerekiyor.



      Son olarak Cyrano'yu canlandıran kişiyi çok beğendim. Oyunun neredeyse tüm replikleri onundu ve çok iyiydi.

       Oyun güzel ve gerçekten izlenmeye değer. Sevgiler...

30 Kasım 2016 Çarşamba

Kaf Dağının Önü


    Muhteşem bir Murathan Mungan kitabıyla daha karşınızdayım. Mest olarak okudum. Hatta öyle ki kitap bittiğinde kendimi yalnız hissettim.

     Kitap üç bölümden oluşuyor: Suret Masalı, Gece Masalı ve Kağıttan Kaplanlar Masalı. Üç bölüm birbirinden güzel. Hepsini büyük bir keyifle okudum. Ama en çok Kağıttan Kaplanlar Masalı'nı sevdim. Altı çizilecek not alınacak o kadar çok cümle ve paragraf var ki. Hani unutmayayım yazayım deseniz,  kitabın tamamını  yazacak duruma gelirsiniz. Her satırı böyle etkileyici ve güzel.

      Murathan Mungan'ı sevmemin bir nedeni de tabi ki kalemi. Okuduğunuz kitap hakikaten bir edebi eser niteliğinde. Bunu özellikle belirtmek istiyorum. Çünkü ne yazık ki her yazarın böyle bir kaygısı yok. Çoğunun kaygısı çok satmak olduğu için ( çok okunmak değil), pek çok kitap çala kalem yazılıyor. Hatta düzeltmeler bile üstünkörü yapıldığı için çoğunda imla hataları da bulunuyor. İşte bu söylediklerimi Murathan Mungan kitaplarında göremezsiniz. Son derece özenli ve sade bir dille yazılmıştır. Hem akıcıdır hem de hatasızdır.  Benim gibi yazım hatalarına çok takılıyorsanız Murathan Mungan kitaplarını gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.

        Kitabı çok severek okuduğum için sizlere de tavsiye ederim. Sevgiler...



    

27 Kasım 2016 Pazar

Mistik Şehrin Efendileri


         Öğrencimin tavsiyesiyle okuduğum bir kitapla karşınızdayım. Yazarını ilk kez duyuyorum. Çınar Özcan'la ilgili en ufak bir bilgim yok.



         Kitap eski tarihlerdeki Anadolu Beylikleri'nde geçen bir hikayeyi anlatıyor. İki beyliğin bir birleriyle yaptığı sürekli bir savaş kitabın ana konusunu oluşturuyor. Arka planda ise büyücüler, bilgeler ve tabi ki aşk konusu da işleniyor. Fakat olaylar o kadar yüzeysel verilmiş ki bir süre sonra okurken sıkılabiliyorsunuz. Ayrıca kitabın adıyla içeriği arasında da pek bir bağlantı yok.

        Ben kitabı çok beğenmedim, bu yüzden tavsiye edemeyeceğim. Sevgiler...



25 Kasım 2016 Cuma

Başka Dünya

           Geçtiğimiz haftalarda Süreyya Operası'na gidip Başka Dünya Operasını izledim. Selman Ada'nın bestelediği bu iki perdelik operanın Liberttosunu ise Tarık Günersel yazmış. Konusu kısaca şöyle;


             "Kâr uğruna dünyayı mahveden egemenler, dünyadan kaçmak zorunda kalır ve hapse attıkları bir bilginden yararlanmak isterler. Bilgin yardım etmezse kızı Leyla öldürülecektir. Bilgin çaresizce yardımı kabul eder. Gittikleri gezegende, eski Yunan tanrılarına rastlarlar. Tanrılar, kendi gezegenlerinde insanlar onlara inanmaz olunca bunu gururlarına yediremeyip başka bir gezegene göçmüştür. Zeus ile Bilgin'in kızı Leyla arasında bir aşk doğar.

            İkinci perdenin sonunda tüm bunların Bilgin'in rüyası olduğu anlaşılır. Uyandığında Bilgin'in evine sivil görevliler gelir ve onu düşüncelerinden ötürü tutuklayıp götürürler. Karısı, baskılar karşısında pes etmemek gerektiğini belirten aryayı söyler.ekolojik dengesiyle oynandığı için Dünya'nın sonu gelmiş ve insanlar başka dünyalar aramaya başlamışlardır. Başka dünyaları arayan kişiler ise bu Dünya'nın sonunu getiren kişilerdir. Amaçları hem yaşayacak bir yer bulmak hem de buldukları yeni dünya kaynaklarını da sömürmektir."

     Açıklamayı Vikipedi'den aldım. Ben operayı beğendim. Eğlenceliydi. Sadece sahne tasarımını ve kostümleri çok yetersiz buldum. Onun dışında sizlere tavsiye edebilirim. Sevgiler...

17 Kasım 2016 Perşembe

Ekşi Elmalar

            Dün arkadaşlarımla Yılmaz Erdoğan'ın yazdığı ve oynadığı Ekşi Elmalar filmine gittik. Gitmeden önce internette yorumları okuduğumda genelde olumsuz yorumlar yapıldığını gördüm. Filmi izledikten sonra neden bu kadar olumsuz yorum yapıldığını anlayamadım. Çünkü ben hem filmin konusunu hem de oyuncuları çok beğendim. Bir kaç istisna dışında. Mesela onlardan biri Yılmaz Erdoğan'ın oyunculuğuydu. Bence bu rol için başkasını seçseydi çok daha iyi olurdu. Nedense Çetin Tekindor'un çok uygun olacağını düşündüm. Bir de damat rolündeki Cevdet'i çok yetersiz buldum. Ama diğer oyuncular gerçekten çok iyiydi.


           Filmin konusu Hakkari ve Antalya'da geçiyor. Hakkari'yi izlerken adeta büyülendim. Müthiş manzaralar vardı. Şöyle diyebilirim görüntü yönetmeni çok iyi iş çıkarmış. Film siyasetle ilgilenen, lakabı Reis olan kişi ve bu kişinin üç kızının hayat hikayesini anlatıyor. Yılmaz Erdoğan Reis karakterini canlandırıyor. Nedense bu karakter bana Züğürt Ağa'yı çağrıştırdı ( bu arada bu role Şener Şen'de çok yakışırdı).


         Ben filmi büyük bir zevkle izledim. Sizlere de tavsiye ederim. Sevgiler...

16 Kasım 2016 Çarşamba

Yedinci Papirüs

 
             Wilbur Smith daha önce hiç okumamıştım. Okuldan biyoloji öğretmeninin tavsiyesiyle bu kitabı okudum. Kitap mı okudum? Film mi izledim anlayamadım doğrusu? Son derece sürükleyici bir kitap olduğu için elimden düşürmeden çok seri bir şekilde okudum. Bana İndiana Jones filmlerini hatırlattı. Hatta kitaptaki baş kahramanı Harrison Ford olarak canlandırdım.


            Yazar olay örgüsünün içerisine kendi kitabını da eklemeyi unutmamış. Nehir Tanrısı adlı kitabına sık sık gönderme yapmış. Hatta bir yazar olarak kendi ismini de kitap içerisinde kullanarak, kahramanlarına kendisinden bahsettirmiş. Ahmet Ümit'te aynı şeyi Beyoğlu'nun En Güzel Abisi kitabında yapmıştı.

           Kitapta, tarih var, aşk var, cinayet var, hırsızlık var... Anlayacağınız kitapta yok, yok. Kafamı çok meşgul etmesin, sürükleyici olsun diyorsanız, bu kitabı size tavsiye edebilirim. Sevgilerimle.

8 Kasım 2016 Salı

Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı


           Uzun süredir biyografi okumuyordum. Marilyn Monroe'nun hayatını hep merak etmiştim. Kitap grubum Simurg'la bu kitabı okumaya karar verdik. İyi ki bu kararı vermişiz çünkü kitabı çok severek okudum.

         Dili çok akıcı elinize aldığınızda bırakamıyorsunuz. Buradan çevirmeni tebrik ediyorum.

          Kitapta beni en çok etkileyen bölüm Marilyn'in çocukluğu oldu. Hakikaten son derece trajik bir çocukluğu var. Anneannesi ve annesi paranoid şizofreni teşhisi konan kişiler. Sürekli takip edildiklerini düşünüyorlar. Marilyn, sonunun annesi ve anneannesi gibi olmasından çok korkuyor -ki kendisi de sık sık takip edildiğini zannediyor. Babasının kim olduğu kesin olarak bilinmeyen ( kitapta bir isim geçiyor ama o kişi bunu reddediyor) Marilyn, bebekliğinde (annesi bakamayacağı için) bir koruyucu aileye veriliyor, daha sonra çocuk yurduna veriliyor. Bir ara annesiyle yeniden birlikte yaşayan Marilyn, tekrar çocuk yurduna dönmemek için küçük yaşta bir evlilik yapıyor. Bu evliliği sırasında hem mankenlik yapıyor hem de filmlerde ufak rollerde yer alıyor. İlk kocası bu işi hiçbir zaman kabul etmiyor.

           Kitabın geri kalan kısmında nasıl şöhret olduğu, evlilikleri ve filmleri anlatılıyor. Bunlar anlatılırken bir yandan da Marilyn'in hastalıklarıyla mücadelesi ve ilaç bağımlılığına değiniliyor. Yaşadıklarını ve hastalığını okudukça bugünlerde yaşasaydı tıp çare bulabilirdi diye düşündüm. Bir yandan da Marilyn'in çok güçlü bir kadın olduğunu anladım. Düşünsenize kafanızın içinde pek çok korkunuz var ve halüsinasyonlar görüyorsunuz, bir yandan oyunculuk için çalışıyorsunuz ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de herkesin gözü sizin üzerinizde. Bunun için daima iyi ve güçlü görünmek zorundasınız ve Marilyn bunu çok iyi yapıyor. Sadece yakın çevresi Marilyn'in neler yaşadığını biliyor ve O'na destek olmaya çalışıyorlar. Marilyn'in yaşadığı hayat hem çok zor hem de çok kısa.  Çünkü Marilyn 36 yaşında intihar mı etti, öldürüldü mü belli olmayan bir şekilde ölüyor. Ölümünün ardındaki sır bugün de anlaşılmış değilmiş.

           Son olarak kitabın yazarından biraz bahsetmek istiyorum. Kendisi hem gazeteci hem de biyografi yazarı. Yazarın pek çok biyografisi var bunlardan biri de Michael Jackson bu kitabı da okumayı düşünüyorum.

          Ben kitabı çok severek okudum. Size de tavsiye ederim. Sevgiler...

5 Ekim 2016 Çarşamba

Oz


 

           Uzun zamandır kitap okuyamamanın verdiği bir sıkıntı yaşıyordum. Bu durumu çözse çözse Adam Fawer çözer diyerek hemen bu kitabı aldım ve anında okumaya başladım. Teşekkür bölümünü okurken kısa bir şaşkınlık yaşadım. Çünkü yazar bu kitabı Türk okurları için yazmış. Şaşkınlığım ise Olasılıksız ve Empati gibi kitapların ABD'de satış yapmaması oldu. Sadece Almanya, Japonya ve Türkiye'de çok satanlar arasına girmiş.

       Kitap Oz Büyücüsü filminden esinlenilerek yazılmış. Kitabın kahramanı Dorothy bir hortum aracılığıyla paralel evrene gidiyor ve orada kendine yeni arkadaşlar ediniyor. Bu evren Dünya renklerinden oldukça farklı. Geceler beyaz, gündüzler siyah, yıldızlar siyah, kan yeşil.... vb. Bu evrene köpeğiyle birlikte giden Dorothy, kendisine üç yeni arkadaş ediniyor. Bunlar Oz Büyücüsü filmindeki, saman kafa korkuluk, teneke adam, ve korkak aslan.

          Kitap bende tam bir hayal kırıklığına neden oldu. Roman değil de masal kitabı okumuş gibi hissettim. Masal kitabı olarak da vasat bulduğumu itiraf etmeliyim. Bu kitabı Türk okurları için yazmış ya, yazmayaymış daha iyiymiş. Şu an kitabın ikinci cildi üzerinde çalışıyormuş. Okur muyum bilemem. Ama bildiğim kesin bir şey var; Adam Fawer Türk okuyucularına hayal kırıklığı yaşattı.

         Yorumumdan da anlaşılacağı gibi kitabı tavsiye etmiyorum. Sevgiler...

6 Temmuz 2016 Çarşamba

İnanç Sistemi


           Bu yaz kişisel gelişim kitapları okumaya karar verdim. Çünkü benim için zorlu bir yaz olacak en azından kitaplarla kendimi rahatlatmaya çalışmam gerekiyor.

           Her şey bir ay önce anneme kanser teşhisi koyulmasıyla başladı. Erken teşhisti ilk evreydi. Mutluyduk, moralimiz yüksekti geçen cuma ilk kemoterapiyi alana kadar. Bir anda her şey değişti annem çok kötü oldu. Sürpriz olmadı bu bize hep söylendi zaten. Ama inanın bilmekle yaşamak çok farklı şeyler. İlk üç dört gün çok kötü oluyormuş sonra sonra toparlanıyormuş. Şimdi toparlanma zamanındayız ama nedense bu toparlanma çok yavaş gerçekleşiyor ya da zaman bize geçmiyor. Dünya üzerinde bu tedaviyi gören herkese Allah yardım etsin, çok zor. Hasta için yaşananlar zor, hasta yakınları için karşısında çaresiz olmak çok zor. İşte bu zorluklar içinde dedim ki " Fatoş, evdeki tüm kişisel gelişim kitaplarını oku". Güçlü olmam gerekiyor anneme güç verebilmek için ya da yanında güçlü kalabilmek için.

       Gelelim kitaba; kitap, insanların olumsuz inanç kalıplarını nasıl ortadan kaldırabileceklerini anlatıyor. Özellikle rüyaları yazmanın faydalı olacağını, rüyalardan inanç sistemimize ulaşabileceğimizi söylüyor. Temel olumsuz inanç ise "yeterli değilim" inancıymış. Hepimiz koşullu sevgiyle büyütüldüğümüz için bu inanca saplanıp kalıyormuşuz.

       Kitapta ilgimi çeken en önemli konu ise; hayatımızın hayal olduğunu söylemesi oldu. Aslında gerçeği olduğu gibi algılayamıyoruz hayalimiz nasılsa öyle algılıyormuşuz. Hayalimizde inanç sistemimiz oluyormuş. Mesela ben kendimi yeterli görmüyorsam, korkularım varsa hayatı algılayışımda bu korkuya bağlı olarak gerçekleşiyor ve sonunda korktuğum hayali gerçekmiş gibi algılıyorum. Bu yüzden yazar " hayat nasıl gidiyor?"  diye sormuyor, " hayalin nasıl gidiyor?" diye soruyor.

         Belki ruh halimden dolayı bilemeyeceğim artık, kitap beni çok fazla etkilemedi. Bu yüzden tavsiye edip etmemekte kararsızım. Siz bilirsiniz diye bitireyim yazımı.

25 Haziran 2016 Cumartesi

Faust


             Bu sezon hem tiyatroya hem de operaya istediğim kadar gidemedim. İşlerimin yoğunluğundan çok az fırsat buldum. Son gittiğim opera ise Faust oldu.

        


            Fransız Charles Gounod tarafından beş perde olarak hazırlanan bu operayı bizler üç perde olarak izledik. İlk kez 1859 yılında sahnelenmiş.


         Konusu ise Dr. Faust yaşlanmış ve artık ölmek üzeredir. İstediği tek şey yine genç olmaktır. O sırada Şeytan gelir ve ona ruhunu kendine satması karşılığında gençleştireceğini söyler. Böylece Faust ruhunu şeytana satar ve genç haline geri döner. Daha sonra aşık olan Faust ne yazık ki aşığının abisini bir düelloda öldürür. Abi de kardeşini lanetler.

        Yeni sezonda oynayacak mı bilmiyorum? Ama oynarsa izlemenizi tavsiye ederim.

24 Haziran 2016 Cuma

Kuş Kanadında Gökkuşağı


         Bugün tanıtacağım kitap Felsefe öğretmeni arkadaşım Serap Karaman'ın bu yıl çıkan ilk öykü kitabı. İlk diye yazıyorum ki devamı da gelsin.

          Kitapta toplam 11 öykü var ve 96 sayfa. Akıcı bir dile sahip olduğu için çok kolay okunuyor. Yazarımız, günlük yaşamda karşılaştığımız sorunları sade bir dille anlatmış. Özellikle " Metropol Kadınının Acı Günü" öyküsünde her çalışan anne kendine dair bir şeyler mutlaka bulacaktır.

           Benim en çok sevdiğim öykü ise "Bir Kitap Kurdunun Düşleri" oldu. Sokrates'ı Don Kişot'u Machiavelli'yi ve Einstein'ı aynı öyküde karşılaştırması ve sohbet ettirmesi gerçekten çok hoş olmuş.

         Öykü okumaktan hoşlanırsanız, tavsiye ederim. Tekrardan arkadaşımın yüreğine ve kalemine sağlık.

23 Haziran 2016 Perşembe

Kör Baykuş


      Kör Baykuş, Türkçe öğretmeni bir arkadaşımın tavsiyesiyle aldığım ama bir türlü okumaya fırsat bulamadığım bir kitaptı. Sonunda dün başladım ve bugün de bitirdim. Toplamda 95 sayfalık bu kitabı okumak aslında hiç de kolay olmadı. Akıcı bir dili yok. Olay örgüsü birbirinin içine girmiş, kahramanlar birbirinin içine girmiş, böyle karışık bir kitap. İran edebiyatının kült eserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
     
       Sadık Hidayet 1903 yılında Tahran'da doğmuş varlıklı bir ailenin çocuğudur. Yaşadığı dönemde muhalif duruşuyla Rıza Pehlevi'nin antidemokratik duruşunu eleştirmiş ve sonunda ülkesini terk ederek Hindistan'a gitmiş, Kör Baykuş'u da burada yazmıştır. Kitap İran'da beş yıl yasaklanmış ama Batı'da büyük beğeni toplamış. Zweig ve Poe yazarın etkilendiği yazarlarmış. Nitekim kitabın başında ben de Zweig'dan etkilendiğini fark ettim. Yaşamı bunalımlarla geçen iki kere intihara teşebbüs eden yazarımız, eniştesinin bir yobaz tarafından öldürülmesinden sonra tekrar bunalıma girer ve intihar ederek yaşamına son verir.

             Kitabın ana kahramanı sürekli afyon kullanan bir kişi olduğu için olaylar sık sık birbirine karışıyor. Aslında olaylar değilde kahramanın hayal ve gerçek arasındaki sıkıntıları anlatılıyor. Bende ki çevirisi Behçet Necatigil'e ait. Necatigil'e göre Sadık Hidayet eserlerinde, yalnız adamın varlık nedenini araştıran, boşluk ve ölüm konularını işleyen bir yazar. Yazarın, Kafka ve Sartre okumaları kitabında varoluşşsal sorgulamalara girmesini sağlamıştır. Kitabın en çok bu bölümlerini beğendim.

          Kısa, etkileyici fakat zor okunan bir kitap.

         

22 Haziran 2016 Çarşamba

Lal Masalları



          Muhteşem bir Murathan Mungan kitabıyla daha karşınızdayım. Büyüklere masallar tadında üç kısa öyküden oluşan bir kitap.

        Birinci öykü Azer ile Yadigar, ikinci öykü Muradhan ile Selvihan ve üçüncü öykü Ulak ile Sadrazam. Üç öykünün de ortak özelliği ana kahramanlarının dilsiz oluşu. Zaten bundan dolayı kitabın adı Lal Masalları.

        Kitabın dili akıcı ve şiirsel. Muradhan Mungan kitaplarında hem yazarlığını hem de şairliğini birleştiriyor. Müthiş bir yazar, önünde saygıyla eğiliyorum ve bize böylesine güzel kitapları yazdığı için de çok ama çok teşekkür ediyorum.

        Kitap 148 sayfa. Aslında bir günde okunup bitirilebilir. Ama benim size tavsiyem her güne bir öykü okuyup bu zevki kendinize üç gün daha tattırın. Bir çırpıda okuyup bitirmeyin. Benim gibi tadını çıkara çıkara okuyun. Zaten kitabın şiirselliği hızlı okumanızı da engelliyor. Öyle satırlar oluyor ki derin derin düşünme ihtiyacı duyuyorsunuz. Mesela;

        "Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler,
          masala inanmazlar,  masalı yalnızca dinlerler,
          sanki hakikati bilirmiş gibi.
          Sanki hakikatin sırrına ermiş gibi.
          Masala inanmayan gerçeğe inanır mı?"

         " Her yürek ses veren bir uçurumdur. Herkes kendi uçurumunu yüreğinde taşır."


        Son olarak mutlaka okuyun ve sevdiklerinize okutun bu kitabı.



       

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Freud'un Kız Kardeşi


        Goce Smilevski'yi daha önce hiç duymadım ve hiç okumadım. Makedonyalı olan yazar bu kitabıyla Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü almış. Kitap son derece kolay okunuyor. Çevirmen Levent Ademov'a buradan teşekkür ediyorum.

          Gelelim kitabın konusuna: Kitap, Freud ve kız kardeşlerinin yaşam hikayesinden bahsediyor. Olayları anlatan kişi olarak kız kardeşi Adolfina Freud seçilmiş. Normalde tabi ki Adolfina anlatmıyor, yazar bu şekilde kurgulamış.

         Peki bu kitap neden yazılmış? Freud'un kız kardeşlerinden neden bahsedilmiş? Çok acı bir hikayeden dolayı yazılmış: İkinci Dünya Savaşı döneminde Viyana'ya girmeye çalışan Hitler'in ordusu tüm yahudiler gibi orada yaşayan Freud ve ailesini de korkutmaktadır. Freud ailesiyle birlikte Londra'ya gitmeye karar verir. O'nu Londra'ya götürecek olan kişiler Freud'a götürmek istediği kişilerin bir listesini yapmalarını isterler. İşte olaylar burada başlar. Çünkü Freud çevresinde ki herkesi yazar ama dört kız kardeşini yazmaz. Eşi, çocukları, eşinin ailesi, doktoru, doktorunun ailesi, hizmetçileri, hatta köpeği bile listede vardır ama kız kardeşleri yoktur. Peki onlara ne oluyor derseniz? Onlar bir Nazi kampında ölüyorlar. Nazilerin duş dediği yerde zehirli gazlarla öldürülüyorlar. İşte tüm bu olanlar Adolfina Freud anlatıyor gibi kurgulanmış kitapta. Kitabı okurken kardeşler arasında herhangi bir sorun olmadığını görüyorsunuz. Alında Freud kız kardeşlerinin Viyana'da kalmasında bir risk görmediği için onları orada bırakıyor. Kendisi de kanser hastası olduğu için kısa bir süre sonra vefat ediyor. Bence ölmeseydi ne yapar eder kız kardeşlerini mutlaka yanına aldırırdı, diye düşünüyorum.

            Neyse kitap fena değil ama bu kitabı kaçırmayın mutlaka okuyun diye bir övgü yazmayacağım. Zira o kadarını hak etmiyor.
         

22 Mayıs 2016 Pazar

Beethoven 9. Senfoni


            Dün bir çılgınlık yapıp Süreyya Operası'na gittim. Bunun neresi çılgınlık derseniz, bilet almadan gitmem çılgınlıktı. Belki gelmeyen olur onların yerine bilet alırım diyerek gittim. Kapının önünde arkadaşımı beklerken bir kadının seslendiğini duydum. "Konsere girmek isteyen var mı?" diye. Böylece bilet bulmuş oldum. Konser sonrasında da "iyi ki gelmişim" dedim. Olur da bir daha olursa bu konser- ki olur- bence sizde mutlaka gitmelisiniz.


       Beethoven bu senfoniyi tamamen sağırken bestelemiş. Senfoniyi dinlerken bu durumu hayretler içerisinde yeniden düşündüm. Her şeyi, bütün enstrümanları zihninde duyarak bestelemiş. Müthiş bir deha ve müthiş bir beste.

       Ben senfoninin en çok son kısmını yani koro kısmını seviyorum. Bu bölüm Shiller'in Neşeye Övgü şiirinin bestelenmiş haliymiş. Hakikaten dinlerken hem neşeleniyor hem de coşkuyla doluyorsunuz. 1971 yılında Neşeye Övgü bestesi,  Avrupa Birliğinin resmi marşı olması için önerilmiş ve kabul edilmiş.1972'de de resmi olarak Avrupa Birliğinin marşı olmuş. Müziği merak ediyorsanız, buyurun efendim tıklayın ve dinleyin.




   

   

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Çador


        Yabancı yazarları seviyorum ama nedense yerli yazarlar daha çok dokunuyor yüreğime. Bunlardan biri de Murathan Mungan. Cümleleri o kadar sade o kadar etkileyici ki, sevdiğim cümleleri bir yere not alayım diyorum, bir de bakıyorum ki kitabı yazmışım. İşte bundan dolayı Murathan Mungan'ın kitapları öyle eline alıp bir çırpıda okunacak kitaplardan olmuyor. Tam tersine şiir okur gibi cümle cümle sindire sindire okumak gerekiyor. Bazen sayfa numarasını not alıp geri dönüp tekrar tekrar okuyorum. İyi ki yazarlar var, iyi ki Murathan Mungan var ve ben iyi ki kitap okumayı seviyorum. Ya kitapları sevmeseydim ! Ne korkunç ve sıkıcı bir hayatım olurdu.

          Gelelim Çador'a. Kitabımızın ana kahramanı Akhbar, bir şekilde ülkesinden ayrı kalmış ve ülkesine geri dönüp annesini, kız kardeşini ve sevgilisini aramaya başlamıştır. Fakat ülke bir savaştan çıkmıştır ve yobazlar tarafından yönetim sistemi değiştirilmiş ve daha da kötüsü kadınların tüm özgürlükleri ellerinden alınarak burka giyme zorunluluğu getirilmiştir. İşte böyle bir ülkede Akhbar ısrarla ailesinin kadınlarını arar. Evleri savaştan dolayı yıkılmış, erkek kardeşi savaşta ölmüştür. Erkeksiz dolaşmak yasak olduğu için kız kardeşiyle annesinin zorunlu olarak evlendirildiğini düşünür. Hatta ararken annesinin dul bir adamla, devlet zoruyla evlendirildiğini duyar.

        Kapanmanın,  burkanın kadınları toplumdan nasıl yok ettiğini kadın imgesinin zihinlerden nasıl silindiğini o kadar güzel anlatmış ki yazar, kadınsız toplumun o karanlık girdabını okurken adeta sarsıldım ve korktum. Almak isteyenler için çok ama çok mesaj var bu kitapta.

         Kitabı okurken olayların nerede geçtiğini bilmiyorsunuz, çünkü kitapta herhangi bir yer ismi verilmiyor. Fakat "burka" ve "iç savaş" sözleri bana kitabın Afganistan'da geçtiğini düşündürdü.

        Şiir tadında bir kitap okumak isterseniz bu kitabı mutlaka okumalısınız. Satırların arasında siz de benim gibi kaybolabilirsiniz. Son olarak kitaptan bir kaç alıntıya yer vermek istiyorum.

          " Gerçeğe çok şey ekleyince yalan oluyor."

          " O sonsuz bir kayboluşa doğru aceleci adımlarla ilerlerken, hikayesi hiçbir yere gitmiyor."

          " En sağlam sınırlar ölülerle yapılanlardır. Kimse öteki tarafa geçemez. Artık kolay kolay barışamayız komşularımızla, kendimizle de... Aramızda ölülerimiz durur."

           "Burkaya giden yolu çador açar. Çador,  ninelerimizin masum başörtüsü değildir. Yalnızca kafalarımızdaki köprüdür. Örtünmek bir ahlak haline getirildiğinde arkası gelir; karara karara gelir. Örtünmenin sonu yoktur.Kadınlar kefene kadar örtünmek zorunda kalır."

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Amok Koşucusu


       Stefan Zweig'ın güzel bir öykü kitabıyla karşınızdayım. Kitapta toplam yedi öykü var. Kitabın en uzun öyküsü kitaba adını veren Amok Koşucusu.

       Amok Koşucusu, bir doktorun bir kadının peşinden giden sonunda hem kadının hem de doktorun ölümüyle sonuçlanan bir öyküydü. Bu kitapta tüm öyküler hep ölümle bitti. En acısı da bu insanların ölümlerinden hiç kimsenin etkilenmemesi.  Tıpkı günümüz gibi. Her gün pek çok kişi ölüyor,  haber bültenlerinde bunları izliyor ve daha haberler bitmeden hepsini unutuyoruz. Eskiden mahallemizdeki bir cenazede günlerce televizyon açmazken, şimdi mahallemizdeki cenazeden bile etkilenmiyoruz. Sanki bugünü görmüş ve yazmış. Kimbilir belki de yazarın yaşadığı dönemde böyleydi. Belki de Dünya hep böyleydi...

           Bu arada Stefan Zweig da Dünya'daki acılara daha fazla dayanamamış ve karısıyla birlikte intihar ederek hayatına son vermiştir. Bu bilgiyi de burada sizlere hatırlatmış olayım. Yazarın sonu tıpkı bu kitaptaki kahramanları gibi olmuştur.
         
                 Ben Zweig'ın bu kitabını severek okudum. Sizlere de tavsiye ederim.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim


       Uzun süredir bloğuma bir şey yazamamıştım. Zaman zaman kitap okumalarım yavaşlıyor hatta bazen hiçbir şey okuyamıyorum. Sanırım yine böyle bir dönemden geçiyorum. Bu kitap çok uzun süre elimde kaldı, hatta bitiremeyeceğimi dahi düşündüm. Ama azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor. Sonunda dün akşam kitabımı bitirebildim.

       Kitap yazarın kendi hastane anılarında esinlenerek yazdığı bir kitapmış. Şizofren bir kızın ailesiyle ama daha çok kendisiyle yaşadığı ilişkiyi anlatıyor. Kitabı okurken ailenin çok geri planda kaldığını fark ettim. Deborah'ın hastanede yaşadıklarını ve  kendi düşsel dünyasını anlatıyor. Bir yandan da Furi adını verdiği doktoruyla yaşadığı terapi seansları anlatılıyor. Her psikoloji öğrencisinin mutlaka okuması gereken kitaplardan biri. Hem şizofrenin ne olduğunu hem de şizofren bir insanın ruh halinin nasıl olduğunu öğreniyorsunuz. Şizofreni parçalanmış kişilik bozukluğuymuş. Kitabın kahramanı da kendi dünyasıyla bu dünya arasında sıkışıp kalan ve sık sık krizler geçiren bir genç kız. Terapistinin kendisine söylediği sözler kitabın ismini oluşturuyor. Terapist "Sana gül bahçesi vadetmiyorum" diyerek beklentisini yüksek tutmaması gerektiğini, bu hastalıkla ömür boyu yaşamak zorunda olduğunu hatta bu hastalıkla yaşamaya alışması gerektiğini söyler. Nitekim Deborah'ta da bir iyileşme olmaz aslında sadece bu hastalıkla birlikte yaşamayı öğrenir. Bunda da gayet başarılı olur. Liseyi bitiremeyen kahramanımız kitabın sonunda lise bitirme sınavlarından yüksek puanlar alarak okulundan mezun olmayı başarır. En önemli özelliği ise mükemmel resimler çizmesidir. Bir ruh hastasıdır ama aynı zamanda yetenekli ve üstün zekalı bir kişidir.

        Kitapta en etkileyici bölümler ise D koğuşunda yaşananlardır. D koğuşu, ağır hastaların gönderildiği bir koğuştur. Hastaların hemen hemen hepsi birbirinden kopuk kendi dünyaları içinde yaşayan, anlık tepkiler veren, şiddete eğimli kişilerden oluşuyor. Herhangi bir ego problemleri olmadığı için şiddete uğrayan da şiddet uygulayan da yaşanan tüm olayları hemen unutabiliyorlar. Kısa kopuk iletişimler de gerçekleşiyor hastalar arasında ama bu genelde kısa vadeli oluyor. Deborah'la Carla'nın ilişkiside bu şekilde. Sosyal yaşamdan korktukları için hastaneden kaçmak gibi bir düşünceleri yok. Hatta iyileşip normal hayata dönenleri çok merak ediyorlar ve kendilerinin bu duruma gelmesinden zaman zaman koruyorlar. Deborah'ın terapistine güvenmesi ve kendi içinde yaşadığı iç dünyasını paylaşması iyileşmesi için önemli bir adım oluyor ( dediğim gibi iyileşmek değil aslında, bu karışık iç dünyaya ve halüsinasyonlarla birlikte yaşamayı öğrenmek). Kitabı okurken özellikle terapistin sabrını ve iletişimini çok beğendim. Tarapistin (Doktor Furi), Deborah'ın iç dünyasında oluşturduğu yabancı dili dahi öğrenmesi ve hastasıyla bu şekilde iletişme geçmesi hayranlık vericiydi. Deborah'ın yepyeni bir dil yaratması ise bana O'nun üstün zekalı oluşunu düşündürdü. Nitekim öyle olsa gerek.

       Kitap kasvetli ama güzel. Psikolojiye ilginiz varsa okumanızı tavsiye ederim.

6 Nisan 2016 Çarşamba

Harita Metod Defteri

           Paranın Cinleri'nden sonra aynı keyifle okuduğum bittiğinde ise üzüldüğüm harika bir kitap. Okuyun okutturun cümlesiyle başlamak istiyorum. Yazarın otobiyografik eseri. Otobiyografi yazmak gerçekten zor olsa gerek. Düşünsenize kendinizi yazıyorsunuz ve daha da önemlisi ailenizi ve çevrenizdekileri yazıyorsunuz. Daha önce Ayşe Kulin ve Mina Urgan'ın otobiyografilerini okumuştum. Her okuduğum yazara da büyük bir hayranlık besledim. Hem objektif olmak hem kendini yazmak, ikisini birden yapabilmek gerçek bir başarı öyküsü gibi geliyor bana. Aynı dürüstlüğü Murathan Mungan'da da gördüm. Ellerine, kalemine, yüreğine sağlık... İyi ki Muazzez ve İsmail diye iki insan evlenmiş, iyi ki Murathan gibi bir çocukları olmuş ve iyi ki Murathan kitap yazmış ve benim gibi okurları mutlu etmiş.
         Murathan Mungan daha ilk bölümünde yüreğime dokundu ve beni benden aldı. İşte o satırlar:

Sayfa 15: " Çocukluk başlı başına bir memlekettir, hatta sılasıdır insanın. Büyüdükçe sıla özleminiz artar, hayat giderek gurbetleşir. Sanki ne yaşarsak yaşayalım hep gurbetteyizdir. Büyümek gurbete çıkmaktır."

        Sonra ne mi oldu? Kitap elimde su gibi aktı. Bitince de yalnızlık duygusuna kapıldım. Ama paniğe gerek yok daha okuyacağım pek çok Murathan Mungan kitabı var. Yani bu keyfi daha çok yaşayacağım. Sizde yaşayın olur mu? Siz de bir Murathan Mungan mutlaka okuyun. Gerisi gelir zaten.

       

21 Mart 2016 Pazartesi

Paranın Cinleri



           Okuma grubumla bu ay Murathan Mungan'ın Harita Metod Defteri kitabını okumaya karar verdik. İnternette kitabı incelerken aslında bu kitabın Paranın Cinleri adlı kitabının devamı olduğunu görünce hemen ilk sıraya Paranın Cinleri'ni aldım.

         Murathan Mungan'ın daha önce üç kitabını okumuştum. Bunlardan ikisi şiir kitaplarıydı ( hala açar açar okurum) diğeri ise Şairin Romanı adlı ütopyasıydı. Şairin Romanı'nı okuduğum dönemi hatırlıyorum da ne büyük keyif almıştım ve kitap bittiğinde de ciddi ciddi bir yalnızlık duygusuna kapılmıştım. Eğer okumadıysanız Şairin Romanı'nı tavsiye ederim.

         Paranın Cinleri yazarın kendi hayat hikayesinden kesitleri anlattığı bir kitap. Otobiyografi ve biyografilerden hoşlanıyorsanız bunu ve Harita Metod Defteri'ni okumanızı tavsiye ederim. Eminim; bir kitabını okusanız diğer kitaplarını da mutlaka okunacaklar listesine eklersiniz,  tıpkı benim gibi.


       Kitap toplam on bölümden oluşuyor. Benim en çok sevdiğim bölümler "Paranın Cinleri" ve "Gizli Ben" oldu. Murathan Mungan'ın kalemi o kadar güçlü ki kendi hayatını muhteşem bir edebi dille anlatıyor. Böylece sadece yazarın hayatını değil harika bir edebiyat eseri de okumuş oluyorsunuz. 1955 yılında İstanbul'da doğan yazarımız aslen Mardin'li ve çocukluğu da Mardin'de geçer. Babası politikacı olduğu için çocukluğu ve gençliği hep babasının gölgesi altında geçmiş. "İsmail Mungan'ın Oğlu" olmaktan "Murathan Mungan" olmaya doğru olan yolculuğunu çok güzel anlatmış. Gizli Ben'deki beyaz sayfa metaforu ise muhteşemdi.

        Ne kadar yazsam bu kitabı yine de anlatamam diye düşünüyorum. Öyle derinliği olan bir kitap... Ben şu anda Harita Metod Defteri'ni okumaya başladım. Büyük bir keyifle de okumaya devam ediyorum. Arkadaşlardan da bir kaç tane Murathan Mungan kitabı aldım. Sanırım bu yıl kitap yolculuğumda özellikle iki yazar bana eşlik edecek: Biri Zweig diğer ise Mungan. Harika yol arkadaşlarım var size de tavsiye ederim.

20 Mart 2016 Pazar

Marie Antoinette / Vasat Bir Karakterin Portresi


      Belgesel tadında bir romanla karşınızdayım. Bu kitabı okuduktan sonra Zweig'ın tüm biyografilerini okumaya karar verdim. Yazar, Marie Antoinette'i ne övmüş ne de yermiş , olduğu gibi anlatmış. Psikolojik tahlilleri çok iyi yapmış. Bence Zweig eğitimini almış olsaydı iyi bir psikolog olabilirdi. Freud'la dostluğu ve psikoloji bilimine merakı biyografilerinde objektif olmasını sağlamış. Kitaptan sonra bir de filmini izlemeye karar verdim.

      Marie Antoinette, Fransa'ya gelin giden bir Avusturyalı. Yazarın dediği gibi aslında tam bir vasat karakter. Kendi eğlencesini düşünen, ülkenin parasını kendi zevkleri için harcayan annesinin tüm uyarılarına kulak tıkayan genç bir kadın. "Ekmek bulamazsanız pasta yiyin" diyen kişi. Ama çok ilginç tüm kitabı okumama rağmen bu sözlerini bulamadım. Kocası XVI. Louis ise son derece vasıfsız kendi halinde bir insan. Evliliklerinin ilk yıllarında kraldan dolayı yaşadıkları cinsel konuları (iktidarsızlığı) Zweig,  tam bir bilim adamı gözlemiyle objektif bir şekilde satırlarına yansıtmış. Gözden düşen bu iktidarın üzerinde oynanan tüm oyunları da çok güzel yansıtmış. Hem acıdım Marie Antoinette ve kocasına hem de kızdım. Söz konusu iktidar olunca her türlü çirkefliğin olduğu politika sahnesinde son derece beceriksiz iki kişiler. Sadece Marie Antoinette değil kocası da tam bir vasat karakter bence. Birinden biri güçlü olsaydı belki tarih sayfalarında olayların seyri değişebilirdi.

           Benim gibi biyografilerden hoşlanıyorsanız bence bu kitabı mutlaka okumalısınız.

14 Şubat 2016 Pazar

Arturo Ui'nin Önelenebilir Tırmanışı

     
             Cuma akşamı Türkan Saylan Kültür Merkezi'nde harika bir oyun izledim. Tiyatro Adam'ın oynadığı bu oyunu Bertolt Brecht yazmış, çeviren Yücel Erten, yöneten Ümit Aydoğdu, müzik Oktay Köseoğlu, oynayanlar ise; Aşkın Şenol, Ayça Koyunoğlu, Berk Yaygın, Çetin Kaya, Deniz Özmen, Fatih Koyunoğlu, Gökhan Azlağ ve Neslihan Arslan.


           Bertolt Brecht bu oyunda Hitler'in iktidara yürüyüşünü anlatırken bir yandan da ünlü Chicago'lo gangster Al Capone'nin de öyküsünü anlatır. Böylece iki konuyu birleştirerek bir oyun yazmış. Oyunda kendi çıkarları için iktidar ve sermaye sahiplerinin yasaları nasıl çiğnediği, söz konusu çıkarları olduğunda hemen nasıl işbirliği yaptıkları sahnelenirken bir yandan da bu durumun baskı rejimine nasıl dönüştüğü da anlatılır.


        Oyunculuk, sahne tasarımı, ışık ve müzikler dört dörtlüktü, oyundan adeta büyülenerek çıktım. Her oyuncu rolünün gereğini sonuna kadar vermiş. Hepsini ayrı ayrı tebrik ediyorum. Oyun 2014 yılında Afife Jale Tiyatro ödüllerinde dört dalda ödül almış; En iyi prodüksiyon, en iyi yönetmen, en başarılı sahne müziği ve en başarılı sahne tasarımcısı. Yine 2014 yılında Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödüllerinden Anadolu Efes özel ödülünü almış. 2014 yılında Lions Tiyatro ödüllerinden; yılın en başarılı prodüksiyonu ödülünü almış. 2014 Direklerarası Seyirci Ödülünden yılın en iyi canlandırma ödülünü almış. Son olarak 2014 yılının Savaş Dinçel Tiyatro Ödüllerinden yılın en başarılı yönetmeni ödülünü almış. Saydım tam sekiz tane ödül almış. Ama sonuna kadar da hak etmiş. Çok çok başarılı bir oyundu.

         Tiyatro Adam'ın kendi anlatımını da buraya eklemek istiyorum. Tiyatro seviyorsanız eğer bu oyunu kaçırmamanızı tavsiye ederim.

          "Oyunda, Bertolt Brecht’in sözleriyle bir öykü anlatılıyor, tiyatro sanatının yaratıcı sahnesinden. Öykü Arturo Ui’nin dillere destan yükselişini anlatır. Peki kimdir bu Arturo Ui? Bir gangster mi, bir kahraman mı? Yükselmek için her yolu deneyen bir politikacı mı? Her yaptığı yanına ve cebine kar kalan bir işadamı mı? Yoksa yalnızca bir maceracı mı? Ne fark eder? Çünkü Arturo Ui bir kişi değil. O yalnızca bir çerçeve. Büyük ve küçük çıkarların yan yana gelmesiyle oluşan bir resim çerçevesi. Çerçevenin içindeki resimler değişebilir, değişti de. Dün değişti bugün değişiyor ve yarın da değişecek. Tıpkı insanlık tarihi boyunca dünyanın başına bela olan pek çok resim gibi. Hitler mesela; kim diyebilir ki ya da hanginiz diyebilirsiniz ki Hitler olmasaydı onca yıkım, kıyım olmazdı. Emin olun o olmasaydı da o çerçeve boş kalmazdı. İşte bu yüzden;”Kişilerin yoktur bir önemi, çerçevelerdir var eden o dönemi.” Alın işte yan yana koyduk iki hikayeyi..."

       

7 Şubat 2016 Pazar

Günübirlik Hayatlar



         İrvin Yalom'un kitaplarını seviyorum. Daha önce Nietzsche Ağladığında, Her gün Biraz Daha Yakın, Divan ve Aşkın Celladı adlı kitaplarını okumuştum. En çok da Nietzsche Ağladığında kitabını sevmiştim. Geçenlerde 2016 yılında okunacak kitaplar listesi yaptım ve bu listede yazarın üç kitabı vardı: Günübirlik Hayatlar, Spinoza Sorunu ve Bugünü Yaşama Arzusu. Günübirlik Hayatlar'a dün başladım ve bugün de bitirdim.

          Kitap, psikoterapi öykülerinden oluşuyor. Yazar 81 yaşında olmasına rağmen hala hasta görüşmelerine devam ediyor. Bu beni çok şaşırttı. Biz de olsa artık bir kenara çekilip emekliliğin keyfini çıkarmaya çalışırlardı. Bu arada yazar her hastasında kendisi de ölümle yüzleşiyor. Özellikle kanser hastalarıyla yaptığı görüşmeler de bu yüzleşmeyi çok iyi ifade etmiş.

           Yabancılarda en çok sevdiğim şey hem kendilerine hem de çevrelerine karşı daha dürüst bir tutum içinde olmaları. Biz Türkler nedense zayıflıklarımızı ve korkularımızı paylaşmaktan hep korkmuşuzdur. Çevrenin bunları bize karşı bir silah olarak kullanmasından çekinmişizdir. Aslında böyle davranarak kendimize çok zarar verdiğimizi düşünüyorum. Biz toplum olarak kendi kendimizle yüzleşemeden toprak olup gidiyoruz. Farkındalıklarımız yok denecek kadar az oluyor. Çevremdeki çok az insan kendisiyle yüzleşebiliyor. Çoğunluk diğerleriyle uğraşmaktan kendine zaman ayıramıyor zaten.


            İrvin Yalom'un da anlattığı psikoterapi öykülerinde kendisiyle yüzleşme kısmı çok hoşuma gitti. Hastaları O'nu çok rahat eleştiriyorlar ve bu eleştirilerde savunmaya geçmek yerine onların haklı olup olmadığını düşünüp öyle cevap veriyor. Bazen hiç istemediği şeyleri bile çok dürüst bir şekilde ifade ediyor ( mesela seans ücretlerinin çok pahalı olmasının nedenini açıklaması gibi, gerçi açıklaması bana yeterli gelmedi ama en azından itirafı dürüsttü).

          Yazar bu kitabı 81 yaşında yazmış ama şu an kendisi 85 yaşında, hala terapilere devam ediyor mu acaba? Aslen Rus kökenli bir yahudiymiş ( bu yahudiler hep böyle zeki ve başarılı mı olur acaba?) Vikipedi'deki bilgiye göre hala Stanford Üniversitesi'nde çalışmaya devam etmekteymiş. Sanırım Amerika'da yaş haddinden emekliye ayırmıyorlar.

           Kitap kısa kısa öykülerden oluşuyor ve çok akıcı bir dili var. Eğer öykü okumayı seviyorsanız bence bu kitabı okumalısınız. Bir de eğer kendi hayatınız üzerine düşünmek ve kararlar almak istiyorsanız bence yine bu kitabı okumanızda fayda var.

6 Şubat 2016 Cumartesi

Aslolan Yolculuğun Ta Kendisidir



      Bu kitabı öğrencim sömestre tatilinden önce getirdi ve okumamı istedi. Ne yalan söyleyeyim okumak istemedim ve sürekli erteleyerek başka kitaplar okudum. Benim için vakit kaybı olacağını düşünüyordum, nitekim öyle de oldu. Pazartesi okullar açılacağı için kitabı vermem gerekiyordu. Okumadan vermek olmaz diye düşündüğüm için dün okumaya başladım ve bu sabah bitirdim.

         Edebi içeriği hiç olmayan, sadece yaşadığı acıyı ve mücadelesini anlatan bana göre benim de yazabileceğim sıradan bir kitap. Bir kişisel gelişim kitabı diye geçiyor ama içinde kişisel gelişime dair çok az cümle barındırıyor.

          Kitabın konusu ise kısaca şöyle: Alan reklam şirketi olan, evli ve mutlu bir adamdır. Bir gün karısı bir kaza geçirir ve vücudunun yarısı felç haline gelir. Karısına destek olan Alan işini aksatır ve bu sırada ortağı ve çalışanı yeni bir şirket kurarak tüm müşterilerini çalarlar. Derken karısı aniden hastalanır ve ölür. Karısının ölümünden sonra her şeyini satarak yollara düşer ve Amerika'yı bir uçtan diğer uca yürümeye karar verir. Kitabın devamında bu yürüyüşlerden ve yürüyüşleri sırasında karşılaştığı insanlardan bahseder. Ne yazık ki bir sokak çetesinin kendisine saldırmasıyla yürüyüşü yarım kalır. Ağır bir şekilde yaralanır ve gözlerini hastanede açar. Kitap da burada sona erer.

       Ben kitabı sevmedim ve vakit kaybı olarak gördüm, bu nedenle tavsiye edemeyeceğim.

5 Şubat 2016 Cuma

Sahilde Kafka


        Bugüne kadar Japon edebiyatı hiç okumamıştım. Japonlarla ilgili okuduğum tek kitap Bir Geyşanın Anıları adlı kitaptı. Bu kitapta Amerikalı bir yazar tarafından yazılmıştı. Japon bir yazara ait bir kitabı ilk kez okuyorum.

      Kitap fantastik türde yazılan bir roman. Ben fantastik kitapları sevdiğim için bu kitabı da çok severek okudum. Bu roman 2005 yılında, New York Times tarafından yılın en iyi on romanından biri seçilmiş. 2006 yılında ise hem World Fantasy Ödülü hem de Franz Kafka Ödülü'nü almış.

      Gelelim kitabımızın konusuna: Kitapta iki ana kahraman var. Biri Kafka Tamura diğeri ise Nakata'dır. Kafka Tamura'nın babası bir heykeltraştır ve oğluna neredeyse hiç ilgi göstermez. İlgisiz ve sevgisiz büyüyen Kafka Tamura babasının kendisiyle ilgili kehanetinden etkilenir ve evden kaçar. Kehanet ise şudur: Kafka Tamura annesiyle ve kız kardeşiyle yatacaktır ve babasını öldürecektir. Yazar,  klasik bir Kral Oidipus konusuyla başlamış ( Yakın zamanda Kral Oidipus'u okumama da güzel bir tesadüf oldu). Kafka Tamura'nın annesi çocuğunu dört yaşındayken bırakır ve kızını da yanına alarak kaçar. Bu nedenle çocuk annesini ve ablasını hiç hatırlamaz. Her yattığı kadının annesi veya ablası olmasından şüphelenir.


          Nakata ise 60'lı yaşlarını yaşayan, okuma yazması olmayan, saf, kedilerle konuşan ve türlü kehanetler söyleyen ve doğa üstü olaylar yaratan bir kişidir. Bunları nasıl yaptığını kendisi de hiçbir zaman anlamaz ve açıklayamaz. Nakata'nın en güzel yanı ( bence tabi) sadece şimdiki zamanı yaşamasıdır. Saf ve akılsız olduğu için yaşadıklarının çoğunu unutur bundan dolayı geçmiş pek yoktur ( burada istisnalar var çünkü işlediği cinayeti hatırlar), gelecekle ilgili de hiçbir beklentisi olmadığı için gelecek kaygısı veya düşüncesi de yoktur. İki kahraman arasındaki bağlantı ise Nakata'nın işlediği cinayettir. Çünkü Nakata, Kafka Tamura'nın babasını öldürmüştür ve çok ilginç kanı Nakata'ya değil Tamura'ya bulaşmıştır. Çünkü babasını ölümünü isteyen kişi Kafka'dır. Bundan dolayı babasının kanı da Tamura'ya bulaşmıştır. Sanırım yazar, Franz Kafka'nın babasıyla yaşadığı sorunları da bu şekilde kitabına dahil etmiş.

         Ben kitabı okurken özellikle Nakata'yla ilgili kısımları daha büyük bir zevkle okudum. Nakata'nın karakterini de çok sevdim. Kitap fantastik türünde olduğu için doğa üstü pek çok olayı da barındırıyor. Örneğin; ölülerin yaşadığı bir orman içi, İkinci Dünya Savaşı'nda durup dururken bayılan onbeş küçük çocuk ( Nakata'da bunlardan biridir. Hepsi tek tek ayılır ama Nakata'nın ayılması haftalar sonra olur. Uyandığında da artık bambaşka bir çocuktur. Hem okuma yazmayı unutmuştur, hem de saf bir akılsız durumuna düşmüştür. Bu çocukları neyin bayılttığını çok merak etmeme rağmen ne yazık ki kitapta cevabını bulamadım), kedilerle konuşan bir adam, savaştan kaçan iki asker, gökyüzünden balık yağması, yine gökyüzünden sülük yağması, Tamura'yla konuşan "Karga"  adlı delikanlı... gibi. Bu arada bir bilgi Çekce'de Kafka, karga anlamına geliyormuş.

            Kitapta metforlara,  sembolik anlatımlara ve müzisyenlere çok ağırlık verilmiş. Bunlar kitabın konusunu zenginleştirmiş ve kahramanların sıradan insanlar olmaktan kurtarmış.

     
       
            Birazda yazardan bahsederek yazımı tamamlamak istiyorum. Yazar 1949 yılında Japonaya'nın Kyoto kentinde dünyaya gelmiş, gençliğini ise Kobe'de geçirmiş. Yazdığı kitaplarla pek çok ödül almış. Ülkesinde ise Amerikan edebiyatının etkisi altında kaldığı söylenerek eleştirilmiş. Şu an Japonya'nın en önemli yazarlarından biri olarak değerlendiriliyor. Kitabın Türkçeye çevirisini Hüseyin Can Erkin yapmış. Buradan kendisine teşekkür etmek istiyorum.  O'nun sayesinde akıcı ve güzel bir kitap okudum.

          Fantastik edebiyatı seviyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız. Şunu da ekleyeyim;  kitabın sonunda benim gibi cevaplanmamış sorularla karşı karşıya kalabilirsiniz. Dediğim gibi merak ettiğim ama cevap bulamadığım sorularla kitap bitti. Bazı internet sayfalarında yazarın bu konuları, okuyucunun hayal gücüne bıraktığı yazıyor. Keşke öyle yapmasaydı da cevapları vererek kendi hayal gücüyle okuyucuyu bir kez daha şaşırtsaydı.

31 Ocak 2016 Pazar

Günün Şiiri / Hasan Hüseyin Korkmazgil / Aşk Şiiri


sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 
çünkü aşk 
şiirden önce gelir sende 
oysa şiir 
önünde gitmelidir 
her şeyin 

sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 
çünkü aşk 
kavganın içindedir 
çünkü sen 
içindesin kavganın 
elmayı kokusundan 
güvercini biçiminden soyutlamaktır 
yaşamak denilen kavgayı 
aşksız düşünmek 

sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 
çünkü sen 
gagasından tutup kuşu 
öt kuşum 
öt kuşum 
demiyorsun 
çünkü sen 
yedirip çiçekleri ineğe 
koklayıp gerisini ineğin 
kok çiçeğim 
kok çiçeğim 
demiyorsun 

öpüşmek başka şeydir 
yiğidim 
öpüşmeyi düşünmek başka 
sevişmek başka şeydir 
güzelim 
sevişmeyi düşünmek başka 
sende yaprak 
-iki gözüm- 
sende dal 
sende yıldız 
-yürek sızım- 
sende su 
sende bu dört boyutlu kaçma tutkusu 
atlıkarıncadan geceleyin 
bakmaktır lunaparka 

sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 
çünkü sen 
ilkyaz yağmurlarında çırılçıplak 
dolaşır gibi sıcak morlarda 
yaşarsın aşkı iliklerinde 
çünkü sen 
iki düşman ucun bileşkesisin 
acısının kavuşmanın 
ayrılmanın sevincisin 

sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 

çünkü aşkın kendisidir 
senin şiirin 
oysa şiir 
oysa aşk 
oysa sen 
sen 
sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin