31 Ocak 2016 Pazar

Günün Şiiri / Hasan Hüseyin Korkmazgil / Aşk Şiiri


sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 
çünkü aşk 
şiirden önce gelir sende 
oysa şiir 
önünde gitmelidir 
her şeyin 

sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 
çünkü aşk 
kavganın içindedir 
çünkü sen 
içindesin kavganın 
elmayı kokusundan 
güvercini biçiminden soyutlamaktır 
yaşamak denilen kavgayı 
aşksız düşünmek 

sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 
çünkü sen 
gagasından tutup kuşu 
öt kuşum 
öt kuşum 
demiyorsun 
çünkü sen 
yedirip çiçekleri ineğe 
koklayıp gerisini ineğin 
kok çiçeğim 
kok çiçeğim 
demiyorsun 

öpüşmek başka şeydir 
yiğidim 
öpüşmeyi düşünmek başka 
sevişmek başka şeydir 
güzelim 
sevişmeyi düşünmek başka 
sende yaprak 
-iki gözüm- 
sende dal 
sende yıldız 
-yürek sızım- 
sende su 
sende bu dört boyutlu kaçma tutkusu 
atlıkarıncadan geceleyin 
bakmaktır lunaparka 

sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 
çünkü sen 
ilkyaz yağmurlarında çırılçıplak 
dolaşır gibi sıcak morlarda 
yaşarsın aşkı iliklerinde 
çünkü sen 
iki düşman ucun bileşkesisin 
acısının kavuşmanın 
ayrılmanın sevincisin 

sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin 

çünkü aşkın kendisidir 
senin şiirin 
oysa şiir 
oysa aşk 
oysa sen 
sen 
sen aşk şiiri yazamazsın 
hasan hüseyin

29 Ocak 2016 Cuma

Günün Şiiri / Orhan Veli Kanık / Ah Neydi Benim Gençliğim




Nerede böyle hüzünlenmek o zaman; 
İçip içip ağlamak, 
Uzaklara dalıp şarkı söylemek; 
Hafta sekiz ben eğlentide; 
Bugün saz, yarın sinema, 
Beğenmedin Aile Bahçesi; 
Onu da beğenmedin, parka; 
Sevdiğim dillere destan; 
Sevdiğim, 
Meyil verdiğim; 
Ben dizinin dibinde elpençe divan, 
Samanlık seyran. 
Nerde, 
Nerde, 
Nerde böyle hüzünlenmek o zaman!

26 Ocak 2016 Salı

Arkadaş


          Panait Istrati'nin okuduğum üçüncü kitabı Arkadaş oldu. Daha önceki yazılarımda söyledim mi hatırlamıyorum, bu nedenle tekrar yazayım. Panait Istrati Balkanlar'ın Gorki'si olarak geçiyormuş. Yazarın tüm kitaplarını almama ve okumaya başlamama neden olan bu söz oldu. Gorki gibiyse, tüm kitaplarını okumalıyım dedim kendime.

        Yazarın en bilinen en övülen kitabı Arkadaş kitabı. Akdeniz kitabı da MEB tarafından okunması gereken 100 temel eser arasında gösteriliyor. Akdeniz'de okunacaklar listesinde sırasını bekliyor.

         Gelelim Arkadaş kitabına: Kahramanlarından Adrien benim için yabancı değildi. Çünkü Angel Dayı ve Kodin adlı kitaplarda da geçiyordu. Adrien, bir gün Mihail'le karşılaşır ve hemen o anda Mihail'in kendisi için çok iyi bir dost olacağını hisseder. İlk zamanlarda Adrien'in bu yakınlığına mesafeli duran Mihail bir süre sonra Adrien'i benimser ve iyi bir arkadaş olurlar.

          Kitabı okurken ben de Adrien gibi Mihail'e hayranlık duydum. Çünkü Mihail filozof gibi düşünen ve yaşayan bir insan. Yaşantısı her ne kadar Sinop'lu Diyojen'e benzese de fikirleri hakikaten düşündürücüydü. Özellikle edebiyat üzerine yaptıkları söyleşiler çok ama çok etkileyiciydi. Zaten bu iki arkadaşı bir araya getiren de edebiyata olan sevgileriydi. Zamanla aralarına ressam Petrov'da katılır. Üç sanat sever birbirleriyle çok iyi anlaşırlar. Ta ki Mihail oraları terk etme kararı alıncaya kadar. Mihail'in gittiğini gören Adrien peşine düşer ve O'nu yolda yakalar. Böylece Mihail seyahatine yalnız devam edemez ve Adrien'le uzun bir yolculuğa çıkarlar. Kitap burada bitiyor. Benim tahminime göre Akdeniz adlı kitapta da yazar, bu yolculuktan bahsedecek.

         160 sayfalık, dili akıcı olan bir roman. Okumanızı tavsiye ederim.

20 Ocak 2016 Çarşamba

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu



         2016 yılını kendi kendime Stefan Zweig yılı seçtim ve yazarın pek çok kitabını satın aldım. Şimdi okudukça paylaşıyorum.

         Bilinmeyen Kadının Mektubu adlı romanı, yazarın kısa romanlarından biri. 55 sayfalık, kitabın "Son söz" kısmını da eklersek 66 sayfalık bir kitap. Kısacası bir günlük roman. Yoğun iş tempoma rağmen yarım günde bitirdim.

     Kitabın çevirmeni Ahmet Cemal, aynı zamanda kitabın son söz kısmını da yazan kişi. Son söz kısmında  bu kitapla,  yazarın Marie Antoinette adlı kitabının arasındaki benzerliklerden bahsetmiş. Bir an acaba bu kitaptan sonra Marie Antoinette kitabına mı geçsem diye düşündüm. Sonra araya başka yazarlardan bir kaç kitap ekleyip sonrasında Marie'nin romanına geçmeye karar verdim.  Marie Antoinette kimdi? diyenler için ufak hatırlatmamı yapayım hemen: "Ekmek bulamazsanız pasta yiyin" diyen kişi.

       Neyse dönelim kitabımıza: Kitabı okurken acaba Zweig böyle bir şeyi yaşamış mıdır? diye düşünmeden edemedim. Çünkü kitabımızın kahramanı bir yazar, hem de çapkın bir yazar. Derken bilmediği bir kadından yaklaşık iki düzinelik sayfadan oluşan bir mektup alır. Bu mektupta kadının, yazara olan aşkı ve itirafları yazmaktadır. En acısı ise yazarla birlikte olmasına rağmen yazar tarafından bir türlü hatırlanmamasıdır. Yıllar sonra tekrar karşılaşır tekrar birlikte olurlar ama ne yazık ki yazar yine hatırlamaz. Yazar için yaşadıkları, gelip geçici gecelik ilişkilerdir. Kadın içinse bir ömre bedel gecelerdir. Çünkü yazar,  kadının tek aşkıdır. Bu aşk gecelerinden birinde hamile kalır ve yazarın çocuğunu doğurur. Yazara duyduğu aşkı çocuğuna yöneltir. Ne yazık ki çocuk yakalandığı ateşli hastalıktan kurtulamaz ve ölür. Kadın için bu iki kişinin aynı anda ölümü olmuştur: Hem çocuğunun hem de sevgilisinin. Yaşadığı tüm duyguları anlatan mektubunu çocuğunun öldüğü gece yazar. Yazara kendisini tanımadığı için sitem eder, ama yaşadıklarından dolayı da asla pişman olmadığını anlatır.

         Kitabı okurken Zweig'ın kadın psikolojisinden çok iyi anladığını gördüm. Bir kadının neler hissedebileceğini çok ama çok iyi ifade etmiş.

          Kısa romanlar bana göre diyorsanız bence Zweig'ın tüm kısa romanlarını okuyun pişman olmazsınız.

19 Ocak 2016 Salı

Üç Altın Gün / Her Yerde Ölüm Vardı


            Erdem Kaşıkçıoğlu'nun ikinci kitabıyla karşınızdayım. Sözlerime,  bu kitabı mutlaka okuyun ve okutturun cümlesiyle başlamak istiyorum. Tek kelimeyle muhteşem bir kitap.

           Acı Tebessüm kitabını tanıtırken yazara, kıskançlıkla karışık bir hayranlık beslediğimi yazmıştım. Bu kitabı okurken kıskançlığım da hayranlığım da iki katı arttı diyebilirim.

           Üç Altın Gün ya da Her Yerde Ölüm Vardı kitabının ana konusu Kore Savaşı'na katılan Türk askerlerinin yaşadıkları. Daha ilk sayfasında kitap sizi içine alıyor ve sayfalar akarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz.

          Çocukluğumda ilk okul arkadaşımın babası Kore gazisiydi. Kore'yle ilgili tek deneyimim buydu. Yıllar önce (sanırım Ayşe Kulin'in kitaplarından birinde geçiyordu) okuduğum bir kitaptan Kore'ye asker gönderme olayını merak etmiş;  ne işi vardı Türk'lerin bu savaşta diye düşünmüş ve Türklerin durumunu Çanakkale'ye gelen Anzak Askerlerine benzetmiştim.

            Yazarımızın babası Kore Savaşı'na katılan bir askermiş. Kitap, babasının anlattıklarından derlenmiş bir roman. Romanın ana kahramanı,  Kore'ye gönüllü katılan bir asker;  Doktor Nedim.


        Aslında kitap sadece Kore Savaşı'nı anlatmıyor. Kore Savaşı öncesi Türkiye'de yaşanan açlık ve sefaleti de anlatıyor. Ekmeğin karneyle dağıtıldığı, Marshall yardımıyla (!) (sanırım fakir fukaranın Kore'ye savaşmaya gitmesinin nedeni bu yardım ve Türkiye'nin Nato'ya üye olması)  biraz yiyecek gören İstanbul halkının durumunu ve ardından da Kore Savaşı'nı anlatıyor.

        Kitap, Doktor Nedim'in çocukluğuyla başlıyor, babasını kaybedişi, annesiyle yaşadığı açlık günleri, derken Tıp fakültesini kazanması ve son olarak Kore Savaşı'nda yaşadıkları anlatılıyor. Kitapta, Doktor Nedim dışında pek çok kahraman var.  Kitabı okurken bu kahramanların gelişigüzel seçilmediğini,  tam tersine okura bir mesaj vermek amacıyla seçildiğini anlıyorsunuz. Örneğin; Yasef ve Raşel ile azınlık sorunu, Varlık Vergisi ve Türkiye'de ki Alman hayranlığının yarattığı ölüm korkusu verilmiş. Kasap Cabbar ve kızı Nadire'yle, ensest ilişki, aile içi şiddet ve şehitlik mesajı tartışılmış. "Katil Kahraman Asker" bölümünde kızına tecavüz eden ve daha sonra da öldüren Kasap Cabbar'ın,  Kore'ye gitmiş olsaydı "kahraman" ve "şehit" olarak adlandırılacağını yazmış yazarımız.  Burayı okurken tüylerim diken diken oldu. Çok yerinde bir eleştiri ve değerlendirme olmuş.

           Kahramanlar içinde Er Rıza ve Er Mesut'un ben için daha özel bir yeri var. Her ikisine de çok acıdım ve durumlarından çok etkilendim. Çetin Yüzbaşı'nın ise şu savaştan sağ çıkmamasını istedim, öyle lanet biri yani! "Kötüye bir şey olmaz" sözü burada gerçek oluyor ve ne yazık ki Çetin Yüzbaşı sağ kalıyor.

          Kitabın mı desem bu savaşın mı desem bilemedim, en trajik tarafı; Türk askerlerinin,  Amerikan askerlerine etten duvar olması, Amerikalıların kurtulması; Türklerin orada ki pusularda bir hiç uğruna ölmesi beni çooook derinden yaraladı. Yazıklar olsun!

          İlk cümlemle yazımı bitirmek istiyorum. Bu kitabı okuyun ve okutturun.

18 Ocak 2016 Pazartesi

İstanbul'un Nazım Planı / Sunay Akın ile Nazım Hikmet Anması

            15 Ocak Nazım Hikmet'in doğum günü olduğu için,  Maltepe Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi'nde çeşitli etkinlikler düzenledi. Bunlardan biri de Sunay Akın'ın Nazım Hikmet sunumuydu. Hem Sunay Akın hem de Nazım Hikmet olunca koşa koşa gittim tabi. İyi ki gitmişim, keşke bir daha olsa diyerek de geri geldim. Tadı damağımda kaldı, hatta doyamadım. Sunay Akın espri yaptı: " Nazım bir saatte anlatılmaz sabaha kadar buradayız" dedi. Hakikaten sabaha kadar orada kalmayı ve Sunay Akın'ı izlemeyi isterdim.


        Sunay Akın'ın en önemli özelliklerinden biri ( bana göre tabi) detayların peşinde koşmasıdır. Biz bir şiirin neler anlattığıyla ilgilenirken , O şiirlerin dizelerinde geçen kelimelerin,  sırlarının peşinden koşar. Örneğin Nazım'ın bir şiirinin dizesinde geçen;  "Uludağ gazozlarında ki Uludağ manzarasını" bulabilmek için araştırır durur. Sunay Akın benim için gerçek bir şair gerçek bir şiir sevdalısıdır, sırf bu ayrıntıların peşinde koştuğu için.

       
           Sunum Nazım Hikmet'in dedesi Karl Detroit'in hayat hikayesiyle başladı ve Nazım Hikmet'in ölümüyle de bitti. Kurduğum cümlenin basitliğine bakmayın. Bir saat boyunca doldu dolu bir Nazım dinledik. Çocuk Nazım, ergen Nazım, yetişkin Nazım, vatan haini (!) Nazım, vatan hasreti çeken Nazım, sevgili Nazım, koca Nazım, baba Nazım ve evlat Nazım, hasta Nazım, şair Nazım....kısacası insan Nazım. Resmen büyülenerek çıktım. Dedim ya doyamadım, yetmedi.

          Buradan Maltepe Belediyesi'ne ve Sunay Akın'a teşekkür etmek istiyorum. Muhteşem bir akşam, muhteşem bir, bir saat geçirdim.

          İYİ Kİ DOĞDUN NAZIM!

17 Ocak 2016 Pazar

Acı Tebessüm


         Bu kitabı iki kere okudum. Biri 2011 yılındaydı ( kitabın üzerine okuduğum tarihi atmışım) biri de geçen aydı. Neden iki kere derseniz; yazarıyla buluşacağımız içindi. Simurg okuma grubumla yazarın iki kitabını okuduk ve yazarla birlikte değerlendirme ve sohbet etme imkanı bulduk.

      Kitabın yazarı Erdem Kaşıkçıoğlu, iç hastalıkları, spor hekimliği ve kalp damar hastalıkları olmak üzere üç alanda uzmanlığı olan bir doktor. Şu anda İstanbul Üniversitesi'de öğretim görevlisi. Doktorların çalışma temposunu üç aşağı beş yukarı hepimiz tahmin edebiliriz. İşte böyle bir tempoda dört kitap yazmış olduğu için kendisini (biraz kıskançlıkla karışık) tebrik etmek istiyorum.

       Kitaplarının konusuna baktığımda mesleğinden çok fazla beslendiğini gördüm. Çünkü hem Acı Tebessüm hem de Üç Altın Gün'de ana kahramanlarımız doktor.

        Gelelim kitabımızın konusuna; kitabımızda ki doktorumuz, kalp doktorudur. Çok yoğun ve stresli bir ortamda çalışmaktadır (her doktor gibi). Ufak tefek göğüs ağrıları çekmektedir fakat bunları basit ağrılar olarak düşünür, önemsemez. Derken bir gün doktorumuz kalp krizi geçirir. Hekime değil çeken sor misali, hastaların hastalık sırasında neler yaşadığını çok daha net anlar. Bir yandan meslektaşlarından kendisini kurtarmalarını, ağrılarını dindirmelerini beklerken bir yandan da kendi kendisiyle hesaplaşır. Öğrencilik yıllarını, doktorluk yıllarını düşünürken, etkisi altında kaldığı hastalarını bir bir düşünür.


               Kitabı okurken tıp fakültesindeki derslere girmiş gibi hissettim. Çünkü hastamız hasta yatağında derslerde hangi konuların işlendiğini de uzun uzun anlatır. Bence bu kısımlarda yazarımız insanlara hastalıklardan korunmak ve tedbir almak için neler yapılması konusunda mesajlar vermek istemiş.

       Kitabın başında tıp fakültesindeki aksi doktorları "habis" olarak adlandırması çok hoşuma gitti. Ben de hayatım boyunca birkaç tane habisle karşılaşmış bulunduğum için, bu kelime bana çok şey hatırlattı. Hatta son karşılaştığım habise bir daha randevu almadım sanırım hayatımın sonuna kadar da almam. Neyse, kitabımıza dönelim. Kitaptaki doktorumuz gün gelir eleştirdiği "habis"lerden biri olur. O'da artık hem hastalarına hem de asistanlarına terör estiren bir kişidir. Ta ki kalp krizi geçirip diğerlerine muhtaç oluncaya kadar. Bu satırları okurken yazarın gerçekten kalp krizi geçirdiğini ve anılarını yazdığını, hatta "habis" olayında da çok dürüst davrandığını düşünmüştüm. Fakat yaptığımız toplantıda bunların hepsinin kurgu olduğunu öğrendim. "Habis" doktorları yazarımız da kabul ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse her mesleğin bol miktarda "habis"leri var,  bunu kabul etmemiz gerekir. Nitekim öğretmenler içinde de bol miktarda "habis" bulunmakta.

          Kitapta en çok sevdiğim şey bölüm başlıkları oldu. Tüm başlıklarda mutlaka "yürek" sözcüğü geçiyordu. Örneğin; İlk Yürek Vuruşu, Meçhul Yürek, Yürek Ağrısı, Gıcırdayan Yürek, Ezilen Yürek, Tüten Yürek, Yürek Sızısı, Dağlanan Yürek, Son Yürek Vuruşu....gibi.

          Ben kitabı severek okudum, dilerim siz de okursunuz.





       

4 Ocak 2016 Pazartesi

Olağanüstü Bir Gece



       Stefan Zweig'ın öykü tadında bir romanıyla daha karşınızdayım. Yine psikolojik tahlillerin yoğun olduğu bir kitaptı. Üst üste Zweig okuyunca "aslında psikolog da olabilirmiş" diye düşünmeye başladım.

        Bu kitabında da içsel konuşmalar, sorgulamalar ve yaşanan duygusal çelişkiler çok güzel verilmiş. Dikkatimi çeken en önemli şeylerden biriyse kahramanların kendilerine karşı son derece dürüst davranmalarıydı. Bu neden dikkatimi çekti? Onu da hemen anlatayım. Zweig'ın eserlerinde kahramanların yaşadığı duygusal gel gitler normal yaşantımızda bizlerde de olur. Biz dürüst olmaktansa ve/veya dürüst bir şekilde yüzleşmektense ya kaçmayı ya inkarı ya da savaşmayı tercih ederiz. Bunu hem kendimde hem de çevremdeki pek çok kişide gözlemledim diyebilirim. Yetiştirilme biçimimizden mi kaynaklanıyor acaba? Çok sıkıntıya düşmeyeceğimiz bir durumsa o zaman dürüst bir şekilde yüzleşebiliyoruz. Bir nevi basit bir sorunsa ve bizi zora sokmayacaksa yüzleşmeyi,  zor bir sorunsa kaçmayı tercih ediyoruz. Doğan Cüceloğlu "Türk toplumu ergen bir toplumdur." derken sanırım haklıydı. Yetişkin olamadan göçüp gideceğiz bu dünyadan...

           Gelelim kitabın konusuna: Kitabımızın kahramanı dertsiz tasasız bir burjuva beyefendisidir. Derken bir gün sevgilisi tarafından terk edilir ve o anda hiçbir şey hissetmediğini fark eder. Fark ettiği şeylerden biri de bu hissizliğinin pek çok konuda olmasıdır. Duyarsız ve hissiz bir insan olmaktan hem rahatsızlık duyar hem de bu durumun kendi yaşantısında bir dönüştürücü olmasını sağlar.

       Önce bir at yarışına gider ve orada birinin oynadığı bir kuponu çalar. Bu çalma eylemi onda ki hissizliği ortadan kaldırır ve derin bir suçluluk duygusu hisseder. Çünkü çaldığı kupondaki at kazanmıştır ve bu durumda para kazanmasını sağlamıştır. Yaşadığı sıkıntıyla kazandığı parayı ( ya da çaldığı mı demeliyiz?) yeni bir kupon oynayarak elden çıkarmaya çalışır. Kendisi at yarışından anlamadığı için diğer insanları dinler ve "kazanamaz" dedikleri bir ata tüm parasını yatırır. O andan itibarende atın kazanması için tezahüratlarda bulunur. Yaşadığı bu duygu değişimine kendisi de şaşırır. Sonunda "kaybeder" dedikleri at kazanır ve daha çok para kazanır. Yaşadığı "suç" onu kendisine getirmiş ve duyarsız olma halinden kurtarmıştır. Bu defa da "kötü"nün peşine düşüp yeni hazlar arayışı içerisine çıkar. Sokak kadınlarıyla, pezevenklerle yaptığı diyaloglar ve yaşadığı hisler onda büyük bir mutluluğa neden olur. Bir nevi ruhsal anlamda uyanmasını sağlar. Bu uyanış sırasında içindeki kötü tarafla iyi tarafın birbirlerinin farkında olarak konuşması,  çok hoşuma gitti. Tamamen nötr bir şekilde veriliyor bu diyaloglar.

       Zweig'ın diğer kitapları gibi bu kitabını da beğendim. İyi ki okumuşum. Bence sizde okuyun.



         

3 Ocak 2016 Pazar

Kısa Metinler ve Saat Kulesi



        Bu kitap, geçtiğimiz doğum günümde bir arkadaşımın hediyesiydi ( teşekkürler Mustafa Hocam).

        Kitap iki bölümden oluşuyor: Birinci bölüm yazarın Yazı ve Oluşum dergilerinde yayınlanan kısa metin ve hikayelerinden,  ikinci bölüm ise Saat Kulesi adını verdiği öykülerinden oluşuyor. Kısa Metinler bölümünden özellikle giriş metnini çok sevdim hatta dönüp dönüp okudum. "Şahmeran Hikayesi'nden" diye bir başlığı var metnin. Yazar, son öyküsünde de ( Belki ve Süleyman'ın Yüzüğü) yine aynı öyküye gönderme yaparak kitabını bitiriyor.

        Ben romanı öyküden hep daha çok sevmişimdir, çünkü hikaye çabuk bitince tadı damağımda kalıyor "keşke daha uzun olsaydı" diye düşünüyorum. Bu kitabı okurken de bu duyguyu pek çok metninde ve hikayesinde yaşadım. Fakat öyle metinler vardı ki; etkileyici olmasının asıl nedeni  kısa olmasıydı , örneğin "Aphrodite" gibi.

       "Uygarlık Ya Da İki Yaşlının Yükselişi" hikayesi beni çocukluğuma götürdü. Mahallemizdeki bahçeli müstakil evlerin nasıl üç-beş katlı apartmanlara dönüştüğü geldi gözlerimin önüne. Balkonumuzdan  Tepebaşı'nı görürken bir yıl içinde karşı komşunun yatak odasını görmeye başladık. Fakir bir mahalle zanettiğim mahallemizin de o günden sonra kirli çıkın bir mahalle olduğunu anladım. Neyse. Tekrar dönelim kitabımıza.

          Yazarın bazı metinleri kıpkısa öyküler olarak da adlandırılıyormuş. Ben bu kıpkısa öyküleri şiir tadında okudum (sonra arka kapak yazısında aynı şeyin Selim İleri tarafından da söylendiğini okuyunca kendimle hafiften bir gurur duydum. Sanırım edebiyattan anlamaya başladım).  "15 Kasım 1975" ( kardeşimin doğum günü olur) adlı öyküsünde civciv ve yumurta konusunu iki kere okudum anlamamaktan değil beğenmekten dolayı. Yazar bence bu öyküde bildiğiniz felsefe yapmış. Bundan dolayı beni cezbetti ve iki kere okudum. Yazarın hikayelerinden felsefeyle de ilgilendiğini anladım. Türkiye için bu bulunmaz nimet.  "Çıplak Bir Gecede" gülümseyerek okuduğum hikayelerden biri oldu.  Sonra diğer öykü kahramanları Nasibe Teyze ve Safiye Teyze, bunları da çocukluğumun mahallesindeki teyzelere benzettim.

        En zor okuduğum metin ( mi demeliyim hikaye mi?) "Ekmek Kırıntıları" oldu. Bir anda karşımda Oğuz Atay'ı gördüm sanki. Noktalama işareti yok, büyük harf yok, okur için ( ya da benim için ) büyük eziyet.  Arada bir "kurallar da neyin nesi canım topunu kaldırmalı" dediğim zamanlar olur,  işte böyle zamanlarda şöyle minik bir cümle ekleyeceğim "edebiyat hariç".  Hakikaten zor ve anlaşılmaz geliyor bana. Meğer ne kıymetliymiş noktalama işaretleri.



      Arslan'ın öyküsünde yaşadığı sıkıntının bir benzerini de yaşadım dersem inanır mısınız bilmem? Arslan televizyon izlemeyen sadece okuyan bir kişi, bundan dolayı da yalnızlık çekiyor. Bunun seninle ne ilgisi var? diye soranlar için hemen cevap vereyim: Siz hiç aynı diziyi konuşan on kişinin yanında aptal aptal bir ona bir buna baktınız mı? Ben bunu her yıl ama her yıl öğretmenler odasında yaşıyorum. Yanlış anlaşılmasın ben de dizi izliyorum ama benim dizileri pek kimse izlemediği için çok nadir üzerinde konuşacak birilerini buluyorum ( Behzat Ç gibi). Demek Arslan benim  yanımda olsa bana da tepki gösterirdi. Öykünün sonunda Arslan'ın televizyonculuğa başlaması da çok ironik bir bitiş oldu. Arslan'la Don Kişot arasında ortak bir nokta bulduğumu buraya eklemeliyim. Arslan'ın televizyon izleyenlerle savaşı, Don Kişot'un yel değirmenleriyle savaşına benzettim.

      " Gizemli Konuk" güzel bir Doğu-Batı sentezi olmuş. "Mısır Püskülü" büyük şehirlerin beton yığınına dönüştüğü yerde yaşamaya çalışan,  yurdum insanının toprağa bağlılığını çok güzel anlatmış ( bu cümle de neyin nesi? Ben zor kurdum umarım siz kolayca  anlarsınız).

         Çok uzattım bu yazıyı. Okunmaz korkusuyla burada kesmeye karar verdim. Eğer hikaye seviyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız.

1 Ocak 2016 Cuma

Korku



          Stefan Zweig okumalarım yeni yılda da sürüyor. Yine kısa bir romanıyla karşınızdayım.

         Bu kitabın çevirmeni yine İlknur İgan, kendisine teşekkür ederek başlayayım tanıtımıma.

        Diğer Zweig kitapları gibi bu da çok akıcı bir dille yazılmış. Öğleden sonra kısa aralıklarla okuduğum kitabı,  yarım günden daha kısa bir sürede okuyup bitirdim.

        Kitapta kocasını aldatan bir kadının bir şantajcı tarafından rahatsız edilmesi anlatılıyor. Bir yandan kocası anlayacak diye korkan bir yandan da para yetiştirememekten korkan İrene,  çareyi intihara karar vermekle bulur.

         Kitabın en güzel tarafı;  psikolojik çözümlemeleri. Zweig ve Freud'un yakın arkadaş olduklarını ve Zweig'ın Feud'un psikanaliziyle yakından ilgilendiğini daha önceki kitaplarından biliyorum. Bu kitabında bu bilgisini bol bol kullanmış. İrene'yi intihara sürükleyen süreci çok iyi anlatmış. Kitabına "Korku" ismini vermesi de tesadüf değil. Kitapta İrene'yle kocasını sık sık korku üzerine konuşturuyor ve suçluluk psikolojisinin insanda nasıl bir korkuya neden olduğunu anlatıyor.

          Kitabı, çok beğendim. Bu nedenle de tavsiye ederim. Hepinize iyi yıllar dilerim...