31 Aralık 2014 Çarşamba

Yeni Yıl




         HAYATINIZ SAĞLIK, MUTLULUK, NEŞE, KİTAP VE SANATLA DOLU DOLU OLSUN...
                              MUTLU MUTLU ÇOOOOOK MUTLU YILLAR DİLERİM....


29 Aralık 2014 Pazartesi

Nice Yıllara

         Beyoğlu Küçük Sahne'nin her pazar müdavimi oldum artık.  Devlet Tiyatroları o kadar güzel oyunlar sergiliyor ki evde oturmak bana batıyor. Bu oyunlardan biri de Nice Yıllara oyunuydu. Bu oyun,  benim için 2014 yılının kapanış oyunu oldu.


         Oyunun yazarı Tuncay Özinel, yönetmeni Göksel Kortay ve oyuncusu ise Defne Yalnız'dı. Tek kişilik ve iki perdelik bir oyundu. Tek kişilik oyunlar her zaman risklidir. Seyirci, sahnede nedense hep başkalarını da arar. Bu nedenle tek kişilik oyunlarda oyuncuya çok iş düşer. Tüm konu tek bir oyuncunun mimiklerine ve sözlerine kalır.

           Şu ana kadar tek kişilik çok oyun izledim ve şuna karar verdim: Bizim sanatçılarmız tek kişilik performanslarda olağanüstü başarılılar. Burada hemen aklıma gelen isimler; Genco Erkal, Berkay Tulumbacı, Olcay Kavuzlu, Aliye Uzunatağan.... daha da sırlayabilirim aslında. Mesela yakında Hamlet oyununa gideceğim Bülent Emin Yarar oynuyor, daha gitmeden sanatçının performansının çok iyi olacağından eminim. Çünkü başta da söylediğim gibi oyuncularımız çok ama çok iyiler.

           
                Defne Yalnız bu oyunda eski bir aktrisi canlandırıyor. Bu aktris, 60 yaşında işsiz ve parasızdır. Unutulduğu için artık anılarıyla yaşayan yapayalnız bir insandır. O gün doğum günüdür. Kendisi için bir parti düzenler. Bir yandan da hiç çalmayan telefonun çalmasını bekler. İlgi görmek, hatırlanmak ve kutlanmak ister. Ama ne yazık ki kimse aramaz. Arayan hep kendisi olur. Sonunda beklediği misafirleri gelir. Arkadaşları gelmiştir ama normalde gelen kimse yoktur. Gelenlerin hepsi sanatçının hayal dünyasıdır. Hatta basın bile gelir ve sanatçının doğum günü kutlamalarının fotoğraflarını çekerek ropörtaj yaparlar, tabi bunlarında hepsi hayaldir.

           Oyunun  konusu ve Defne Yalnız'ın oyunculuğu muhteşemdi diyebilirim. Eğer tiyatrodan hoşlanıyorsanız bu oyunu kaçırmamanızı tavsiye ederim. Oyunun sonunda ayakta alkışlamak isteyeceğinizden  eminim. Yazımı, oyunun tanıtım yazısından bir cümleyle bitirmek istiyorum. Çok beğendim bu sözü ve sizlerle paylaşmak istedim:

        "Sadece kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşayanlar, yalnız kaldıklarında kalabalık olurlar."

28 Aralık 2014 Pazar

Nehir

         Bu sezon Oyun Atölyesi'nde gittiğim ikinci oyun Nehir'di. Oyunun yazarı Jez Butterworth, Türkçe'ye çevireni Hira Tekindor, sahne tasarımcısı Gamze Kuş, yönetmeni Haluk Bilginer ve oyuncuları ise yine Haluk Bilginer, Canan Ergüder ve Ayça Bingöl. Oyun tek perde ve 1 saat 10 dakika sürüyor.

        
             Oyunda bir adamın kadınlarla yaşadığı ilişkiler anlatılıyor. Oyunun ana konusu şu, Adam'ın hayatına giren kadınlar değişsede kadınlarla yaşadığı ilişkiler hep aynı oluyor. Burada da iki ayrı kadın var ama neredeyse konuşmalara varıncaya kadar her şey hemen hemen aynı.


               Oyuncuların hepsi çok iyiydi. Bu yüzden oyundan çok keyifli ayrıldım. Zaten bu kadrodan kötü bir oyunculukta beklenemez. Hepsi profesyonel ve hepsi çok iyi. Oyunda dekor ve ışıkta çok iyi kullanılmıştı. Dekoru çok beğendim,  sıcak ve güzel bir ev havası vardı. Ben oyunu beğendim, bir kere kadro müthiş! Sırf bu kadro için izlenemeye değer diyorum. İyi seyirler...

24 Aralık 2014 Çarşamba

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

        Dün, uzun süredir beklediğim ve vizyona girdikten sonra bir türlü fırsat bulupta gidemediğim Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku filmini izledim.


        Film İlhami Algör'ün aynı adlı romanından uyarlanmış. Filmde Erdal Beşikçioğlu ve Sezin Akbaşoğulları başrolleri paylaşıyor. Her iki sanatçının da performansı çok iyi. Özellikle tiyatro kökenli sanatçılar filmlerde harikalar yaratıyorlar.

     Filimde yazarın satırlarına da sık sık yer verilmiş. Satırları gördükçe ve okudukça bu yazarı mutlaka okumalıyım diye düşündüm.

           Erdal Beşikçioğlu filmde kitapları yayınlanmamış bir yazar rolündedir (Arif). Kitabının konusu aşktır ama kadın kahramanı kitabına yansıtmakta zorlanır, ya da filmde ki deyişle kadın kahraman fludur. Neyse gün gelir Müzeyyen'le tanışır ve O'na aşık olur. Aşık olunca artık eski Arif değildir. Hatta Mzüeyyen'e duyduğu kıskançlıktan dolayı kendisine yakışmayan davranışlarda bulunmaya başlar bu da O'na acı verir. Bu arada artık kitabındaki kadın karakter de fluluktan kurtulur ve Müzeyyen olur.

         Filmin yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını aynı kişi yapmış; Çiğdem Vitrinel, müziklerini ise Mor Ve Ötesi grubundan Harun Tekin, görüntü yönetmenliğini ise Vedat Özdemir yapmış.

         Ben filmi severek izledim, sanırım vizyondan kalkmak üzere kaçırmadan izleyin derim.

23 Aralık 2014 Salı

Geçtim Ama Tiyatrodan

               Hafta sonu Beyoğlu'nda Küçük Sahne'deydim. Geçtim Ama Tiyatrodan oyununu izledim. Oyun iki perde ve yaklaşık 2 saat 15 dakikaydı.

           Yazarı Yeton Neziray Türkçe çevirisini ise Senem Cevher yapmış. yönetmenliğini Atilla Şendil'in yaptığı oyunun konusu  Kosova Devlet Tiyatrosu'nda çalışan oyuncu, müzisyen ve teknisyenlerle ilgiliydi.

       Maaşlarını alamayan sanatçılara Kosova Başbakan'ın sekreterinden bir teklif gelir. Aslında bu bir teklif değil resmen dayatmadır. Yaptığı dayatma ise şu; kosova'nın bağımsızlığının ilan edileceği gün sanatçlardan bir oyun sahnelemelerini ister. Bağımsızlığın ne zaman ilan edileceği ise belli değildir. Başbakanın sekreteri, daha oyun sahnelenmeden pek çok yasak ve sansür getirir. Sürekli olarak yönetmenin işine karışır ve oyun metnini değiştirmeye çalışır.
       
      Herşeye rağmen çalışmalara başlayan sanatçılar çeşitli bürokratik engellerle karşırlar, bir süre sonra hepsi kendi çıkarına davranmaya başlar. İşte o zamanda devreye rüşvet ve sahtekarlık girer.

      Oyunculuklar ve dekor çok iyiydi. Oyunda beni rahatsız eden tek şey şarkılar oldu. Bence gerekli değildi. Ama nedense bu gerek şehir tiyatrolarında gerekse devlet tiyatrolarında sürekli kullanılıyor. Gereksiz yere şarkılar söyleniyor ( yaptıkları oyunculuk alıştırmasındaki şarkı hariç) . Bu da kafamda şöyle bir soruya neden oluyor: Acaba oyunlarda şarkı ve dansa yer verildiğinde oyun daha çok mu seyirci çekiyor? Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama gerksiz şarkılarla oyunun akışının bozulduğunu düşünüyorum.

       Türkiye'nin sorunlarına da ufak bir taşalama yapan bu oyunu hepinize tavsiye ederim; izleyin. İyi seyirler dilerim...

22 Aralık 2014 Pazartesi

Ötelerin Çocukları


        Okuldaki kitap grubumla  bu kitabı okuduk ve ben hayatımda ilk kez Halikarnas Balıkçısı'nı okudum. Çok beğendim sizede tavsiye ederim.

        Halikarnas Balıkçısı'nın asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. Halikarnas ismini, Bodrum'un Karia  çağındaki antik isminden alır. Sanırım Balıkçısı ismini ise kendisi denizci olmak istediği için almış. Böylece takma adı Halikarnas Balıkçısı olmuş ve bu isimle de pek çok eser vermiş.

       Eserlerinde Bodrum önemli rol oynamış. Çok sevdiği denizcilik mesleği ise ana temalarından biri olmuş. Yazarın Bodrum'a ilk gidişi bir sürgün dolayısıyla olmuş. 13 Nisan 1925 yılında Resimli Hafta dergisinde "Hapishanede İdama Mahkum olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?" başlıklı yazısından dolayı üç yıllığına Bodrum'a sürülür. Cezasının son yarısında İstanbul'a gider fakat sonra Bodrum'a geri döner ve kalan yaşamını da orada geçirir. Artık tam bir Bodrum aşığıdır. Eserleriyle,  Bodrum'un ve Anadolu uygarlıklarının tanıtılmasında önemli bir role sahip olur.

        Kitabına verdiği isim Ötelerin Çocukları'dır, fakat başka yayınevlerinde Ötelerin Çocuğu olarak basılır. Halikarnas Balıkçısı kitaplarının kendi verdiği isimle basılmasını istediği için bu yayınevi (Bilgi Yayınevi), yazarın isteğine uymuş ve Ötelerin Çocukları ismiyle basmıştır.


        Gelelim kitaba: Kitabı okuyunca Ötelerin Çocuğu isminin değil de Ötelerin Çocukları isminin kitaba daha uygun olduğunu farkettim. Çünkü kitapta pek çok kahraman var: Kerimoğlu, Hoşbulduk Selim Dede, Tiycan ( Karakız), Aliş, Emine'yle Cafer, Hacı Resul....Daha yazamadığım pek çok kahraman var. Yazar son derece sade ve akıcı bir dil kullanmış.

            Kitabı okumaya başladığınızda kahramanların birbiriyle alakası olmadığını zannediyorsunuz ama ilerleyen bölümlerde yazar bu bağlantıları çok güzel kurmuş. Konu tabiki Ege'nin köyünde geçiyor. Erkekleri denizci, olan bu köyde kadınlar yılın belirli dönemlerinde erkeklerinin hasretini çekiyor. Bu hasret, zaman zaman acı haberlerle hayat boyu sürebiliyor. Denizcilerin kimi vurgun yiyor, kimi fırtınada boğuluyor ama hiçbiri denizden asla vazgeçmiyor. Yazar denizcilerin deniz aşkını çok güzel anlatmış. Küçük yerlerin dedikodusuda bitmiyor tabi ve yazar bunların hepsini romanına eklemiş. Okuyunca bir köy her yönüyle gözünüzde canlanıyor.

         Kitabı okurken zaman zaman Yaşar Kemal okuyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Dili o kadar sade ve anlatımı o kadar güzel. Köy romanlarını seviyorsanız bence bu kitabı okumalısınız.

21 Aralık 2014 Pazar

Çöl Fırtınaları

       Dün Cevahir sahnesinde belgesel tadında bir tiyatro izledim. Adı;  Çöl Fırtınaları. Konu ise Selahaddin Eyyubi ile İngiltere Kralı Richard arasında geçen savaş.  Savaşın nedeni ise kutsal Kudüs şehrinin ele geçirilmek istenmesi. Hıttin Savaşı ile Selahaddin Kudüs'ü ele geçirmiştir.  Richard ise Haçlı Ordusu'yla Kudüs'e gelir ve şehrin  yeniden Hristiyanların eline geçmesi için savaşır.

        Oyunda İngiltere Kralı Richard'ı Celal Kadri Kınoğlu, Selahaddin Eyuubi'yi ise Tolga Evren canladırıyordu. İki sanatçının oyunculuğu tek kelimeyle enfesti. Oyunun yazarları; Thorvald Steen ve Tarık Ali'ymiş. Savaş sahnelerinden dolayı oyun çok kalabalık bir oyuncu kadrosuyla sahnedeydi.

          Oyunda tek rahatsız olduğum şey ise sesin çok ama çok yüksek olmasıydı. Müziklerde kulaklarımı tıkamak zorunda kaldım. Müziklerin çok yüksek seste olacağına dair uyarı tabelası vardı ama bu kadarını beklemiyordum diyebilirim.

   
         Oyunda Selahaddin Eyyubi'ye hayran kaldım. Tarzı, kişiliği, hayata bakışı muhteşem bir adam. Daha önce Cennetin Krallığı filminde de aynı karakter çok iyi bir insan olarak yansıtılmıştı beyaz perdeye. Gururlu ve onurlu bir insan,  öyle ki savaş meydanlarında kadınlara zarar vermeyen, düşmanında bile saygı uyandıran bir kişi. Kral Richard'ı esir alır sonrada ülkesine gönderir. Kudüs'ü aldıktan sonra şehire barış ve huzur getirir bundan dolayı şehirde yaşayan tüm Yahudi'ler Selahaddin'e destek verirler. Haçlıların ve Hristiyanların Kudüs'e girmesini istemezler.
       
         Bu arada ben Selahaddin Eyyubi'nin Arap olduğunu düşünürdüm meğer Kürt kökenli bir aileden geliyormuş. Yani Eyyubi Kürtmüş bunu da bu oyunla öğrenmiş oldum.

         Ben oyunu büyük bir keyifle izledim. Size de tavsiye ederim. Ama yanınızda mutlaka kulak tıkacı götürün, yoksa sizde benim gibi kulaklarınızı tıkamak zorunda kalabilirsiniz. İyi seyirler...

20 Aralık 2014 Cumartesi

Mary And Max

        Dün akşam Derya'nın tavsiyesiyle güzel bir animasyon filmi izledim. Adı; Mary and Max. Senaryosunu ve yönetmenliğini Adam Elliot yapmış. Film, 2009 Avusturalya yapımı. Galasını da 2009 yılında Sundance Film Festivali'nin açılış gecesinde yapmış.

          Filmin konusu mektup arkadaşlığı üzerine kurulu. 8 yaşındaki Mary'nin hiç arkadaşı yoktur. Alkolik bir anneyle tamamen kendi içine kapalı bir babanın kızıdır ve Avustralya'da yaşamaktadır. Anneyle babanın Mary'ye ilgisi son derece azdır. Kendini çok yalnız hisseden Mary, bir telefon rehberinde gelişigüzel bir adrese mektup yazar. Yazdığı kişi ise New York'ta yaşayan 44 yaşındaki Max'tir. Max hem bir obez hem de asbergen sendromu  ve takıntıları olan bir kişidir. Mary'nin mektubu Max'i hem mutlu eder hem de panik ataklar geçirmesine neden olur. Max'te tıpkı Mary gibi yalnız ve arkadaşsızdır. Yıllarca süren mektup arkadaşlığından sonra Mary, New York'a gelip Max'le tanışmak ister.
      
           Bu film, yalnızlığı, aşkı, sevgiyi, ihaneti ve Aspergen Sendromu'nu çok güzel anlatmış. Animasyon filmlerinden hoşlanıyorsanız bence bu filmi izlemelisiniz.

17 Aralık 2014 Çarşamba

La Voz Dormida

        Kuzinim Meltem'in tavsiyesiyle izledim ve çok beğendim. 2011 yapımı olan bu filmin Türkçe ismi Uyuyan Ses'miş. Filmin başında kadın kahramanlara adandığı söyleniyor. Filmde de kadınlar ağırlıklı olarak rol alıyor. Oyunculukların hepsi birbirinden iyiydi. Filmin her sahnesi çok yoğun duygu yüklüydü (sonunda artık dayanamadım ve ağladım yani).


       Film 31.İstanbul film festivalinde de oynamış. Bu arada söylemeyi unuttum film İspanya yapımı, hikayede İspanya'da geçiyor. Yönetime geçen Faşist diktanın ülkedeki komünistlere karşı uyguladığı zulmü anlatıyor ( doğal olarak aklıma Türkiye'nin 12 Eylül'ü geldi, o kadar çok benzer nokta var ki..)

       Film İspanyol yazar Dulce Chacon'un romanından uyarlanmış. Filmde iki kız kardeşin ( biri hapiste biri dışarda)  yaşadıkları sıkıntıları anlatıyor. Pepita rolüyle, Maria Leon  2012 yılında en iyi çıkış yapan kadın oyuncu seçilmiş. Kitap gerçek yaşamdan alınmaymış. Sadece hapishanede olan abla karakteri yazarın kadın sorunlarına dikkat çekmek için eklediği bir karaktermiş. Aşağıdaki fotoğraf gerçek Pepita Patino'ya ait. Pepita kitabı okduğunu ve çok beğendiğini söylemiş, fakat acıları tazelenmesin diye filmi izlememiş.(Aşağıdaki fotoğrafı ve bilgileri Ekşi Sözlük'ten buldum, bu bilgilerinden dolayı Ekşi Sözlük yazarlarına teşekkür ederim)
   
         
             Beni en çok üzen şey ise Pepita'nın gerçek yaşamda tam 19 yıl beklediği sevgilisiyle sadece 10 yıl birlikte yaşaması oldu. Ne yazık ki hapishanede yaşadığı işkencelerden dolayı hastalanmış ve özgür olduktan sonra ancak on yıl yaşayabilmiş ( bu olayların 12 eylül Türkiye'sine benzerliği beni çok şaşırttı). Askeri dikta her ülkede aynı ne yazık ki. Filmde Faşist diktatör Franco, sadece komünistleri değil katolik olmayan bütün kadın cumhuriyetçileri de öldürtür. Filmde bu kadınların kurşuna dizilmesiyle başlar.

        Ben filmi çok beğendim. Özellikle Pepita rolündeki Maria Leon'a bayıldım. Tek kelimeyle nefis bir oyunculuk sergilemiş. Filmi de mutlaka izleyin derim. 

           

15 Aralık 2014 Pazartesi

Günün Şiiri/ Mehmet Ercan/ Bakarsın



 BAKARSIN

Bakarsın atar tepemin tası!
Bi telefon açarım sana
Bırak tası tarağı gidiyoruz, derim
Ne mesaisi kalır saatlerin
Ne de başı sonu haftanın.
Eni sonu ölümlüyüz der
Bize ayrılan süreyi yaşarız dolu dolu
Gün biter, gün gelir mahşerde dikiliriz
‘ Hesaplar benden ‘ derim ve sığınırız Rahmet’e
Pek bi sermayemiz olmaz da kulluktan yana
Halimiz Allah’ın kanaat notuna kalır
Bi de bakmışsın emir buyrulmuş ikimize
‘Tutuşun el ele, hadi cennete’ diye
Nedeni sen olursun
Neden olmasın?


Mehmet ERCAN

14 Aralık 2014 Pazar

Dolu Düşün Boş konuş


          Dün akşam Moda'da Oyun Atölyesi'nde iki perdelik harika bir komedi izledim. Oyun Atölyesi ilk kurulduğunda (1999) bu oyunla açılışı yapmış. O zaman oyunda; Haluk Bilginer, Zuhal Olcay, Sermiyan Midyat, Şenay Gürler ve Bülent Emin Yarar oynamış.


       Oyunun yazarı Steven Berkoff, çeviren Haluk Bilginer, yönetmen Muharrem Özcan, oyuncular ise; Hasibe Eren, Fatih Al, Gökçer Genç, Tuna Kırlı ve Murat Okay. Oyuncuların hepsini çok beğendim, muhteşem bir oyunculuk izledim. Tüm oyuncular rolünün hakkını sonuna kadar vermişti.

         Oyunun ana konusu düşündüklerimizle söylediklerimizin aynı olmamasıydı. Hepimizin ortak problemi bu. Aslında insanlara çok nadir gerçek düşüncelerimizi söyleriz. Düşündüklerimizle söylediklerimizin aynı olmamasında pek çok neden vardır. Mesela, karşımızdakini kırmamak, işimizinden kovulmamak, yanlış anlaşılmak istememek, sorun yaşamak istememek gibi.....liste böyle uzar gider. İşte bundan dolayı hepimiz dolu düşünürüz ama çoğunlukla boş konuşuruz ya da hiç konuşmayız. Oyunda ismini buradan almış.

      Oyunda verilen bir mesaj daha vardı: O da; hangi ilişkiye başlarsak başlayalım sonuç olarak yine aynı noktaya geliyoruz. Oyunda Frank, eşinden boşanır ve Henry'le birlikte olmaya başlar. Fakat her ilişkisinde de aynı sorunları yaşar. Oyundaki şarkıda söylendiği gibi; "her havuzun dibi aynı".

         Oyunun dekoru son derece sade; bir masadan ve sandalyelerden oluşuyordu. Dekorun sadeliği karşısında oyunculuklar ise göz kamaştırıyordu diyebilirim. Müzik Çağrı Beklen'e aitmiş. oyundaki bazı parçalar ise eski yabancı şarkılardan alınmaydı. Örneğin; Felicita gibi.

       Keyifli vakit geçirmek istiyorum, gülmek istiyorum ve çok iyi oyunculuklar izlemek istiyorum diyorsanız bu oyunu mutlaka izlemelisiniz. İyi seyirler...


13 Aralık 2014 Cumartesi

Büyük Defter/ Kanıt/ Üçüncü Yalan

        Üç ciltlik bir kitapla karşınızdayım. Kitabı kuzenim Melda'nın tavsiyesiyle okudum. İyi ki okumuşum, hem yepyeni bir yazar keşfettim hem de nefis bir üçleme okudum.

       Bu kitaplar ilk yayınlandığı yıllarda ayrı ayrı basılmış. Daha sonra Yapı Kredi Yayınları, bu kitapları tek bir kitapta toplamış. Toplaması da iyi olmuş peşpeşe okumak bütünlük açısından çok önemli.

     Yabancı kitaplarda çevirmenin rolü çok büyük, öyle ki sırf çevirinin kötü olmasından dolayı bazı kitapları okuyamıyorum. Bu okuyucu içinde yazar içinde kötü bir durum. Bu kitabın çevirisini çok başarılı buldum. Çevirmen Ayşe İnce Kurşunlu'ya teşekkür ediyorum. O'nun sayesinde süper bir kitap okudum.

           Kitabın yazarı Agota Kristof  1935'te Macaristan'da doğmuş ve büyümüş. 1956 yılında Stalin karşıtı bir eyleme katılmış, eylem Sovyet ordusu tarafından bastırılınca kocası ve çocuklarıyla birlikte ülkeden kaçarak İsviçre'ye yerleşmiş. İsviçre'ye yerleştikten sonra bir fabrikada işe girmiş, bir yandan Fransızca öğrenmeye çalışırken bir yandan da tiyatro oyunları yazmış. 2011 yılında da İsviçre'de ölmüş.

           Bu kitabı okur okumaz yazarın Türkçe'ye çevrilen diğer kitabını da sipraiş verdim. Kitabının adı Dün. Yorumlara bakılırsa o da çok güzel bir kitap.

        Gelelim bu romana: İlk ciltte, Büyük Defter'de, kitabın ana kahramanları ikiz kardeşlerle tanıştım. İki küçük kardeşin hayata bakışı, birbirleriyle kurduğu ve çevreleriyle geliştirdikleri ilişkileri büyük bir hayranlık ve korkuyla okudum. "İyi" olmak gibi bir gayeleri olmayan, duygulardan mümkün olduğu kadar sıyrılmaya çalışan bu iki kardeş gözlerini kırpmadan insan öldürecek kadar acımasız olabiliyorlar yeri geldiğinde de herkesten daha ahlaklı bir davranışlar sergileyebiliyorlardı.

              İkinci ciltte birbirlerinden ayrılmak zorunda olan kardeşler birbinin varlığını başkalarına kantılama çabası içine giriyorlar. Üçüncü ciltte ise tam bir şok yaşadım. Cildin adı Üçüncü Yalan. Üçüncü cilt baştan sona okuyucuyu şaşırtmak üzere kurulmuş. Üçüncü cildi büyük bir şaşkınlıkla okudum desem çok doğru ifade etmiş olurum.

            Kitabın en çok birinci cildini beğendim yani Büyük Defter'i. İkinci cilt olan Kanıt ise ikinci sırada yer alıyor. Çok şaşırmama rağmen Üçüncü Yalan üçüncü sırada yer alıyor. Son iki cilt birinci cildin yarattığı etkiyi bende yaratmadı. Buradan aklınıza şu gelmesin; ilk cilt güzel diğerleri kötü. Asla böyle değil tam tersi üç cildin üçü de çok güzel ama kendi arasında en beğendiğim birinci cilt oldu.

           Kitabı bir cümleyle anlatmak istersem sanırım şöyle derdim; sarsıcı ve etkileyici. Size varolan bütün duyguları hissettiriyor: Korku, şaşkınlık, tiksinti, acıma, nefret,kıskançlık ve tabiki sevgi.

           Kitapta dikkatimi çeken bir diğer konu ise şu oldu. Kitapta yer ve zaman kavramı yok. Yani konunun hangi ülkede ve zaman diliminde geçtiğini bilmiyorsunuz. Yazar böyle bir ipucu vermiyor. Bu ipucunu ben yazarın hayatını incelerken buldum. Büyük olasılıkla kitabın hikayesi Macaristan'da komünist devrim sırasında geçiyor. Büyük Defter kitabında da kahramanların yaşı ve isimleri hakkında bilgi vermiyor. Bunları ancak ikinci cilt olan Kanıt'ta bulabiliyorsunuz.

       Son olarak kitabın arka kapağında verilen bir paragrafla yazımı bitirmek istiyorum ve mutlaka ama mutlaka bu yazarı okuyun diyorum.

       "Agota Kristof'tan savaş, yıkım, göçmenlik, kimlik, insanlık ve yazmak üzerine tüyler ürpertici bir üçleme"

11 Aralık 2014 Perşembe

Günün Şiiri / Arif Nihat Asya / Affı Umumi







          Bugün okuduğum ve okuduktan sonra bunu nasıl daha önce okumadım diye kendime şaşırdığım bir şiir. Tek kelimeyle nefis. Bu şiiri keşfetmemi sağlayan Mustafa Hoca'ma teşekkür ediyorum.

AFFI UMUMİ

 Kazayı, belayı, eceli;
Habil'i, Kabil'i
Melek olduğuna güç inandığım
Azrail'i
Affettim.


Beddualarıyla dili;
Sonu gelmeyecek masallarıyla
Başı, ayağı, eli,
Afettim.


Açarken yapraklar, açarken güller
Diyar diyar, belde belde, dağ dağ
Gölgemin gölgesi kara haber,
Seni de;
Takdir, mukadderat, kader;
Seni de affettim.


Bahçemi beğenmeyen çiçekleri de,
Soframı hor gören yemekleri de,
Gelmişleri de, gelecekleri de Affettim.

4 Aralık 2014 Perşembe

Meyhane


       Uzun süredir klasik okumuyordum. Kitap grubum Simurg'la bu ay okunacak kitap olarak Zola'nın kitabını seçtik. İyi ki seçmişiz, büyük bir keyifle okudum. Bu kitabın devamı olan Nana'yı da mutlaka okuyacağım.

        Hatırlıyorum lise yıllarında Zola'nın Germinal kitabını okumuştum ve o kitabı da büyük bir keyfile okumuştum. Çeviri iyi olunca kitabın okunması adeta bir zevke dönüşüyor. Meyhane'nin çevirisini Cemal Süreya yapmış. Son derece akıcı ve rahat okunan bir kitap. Eğer Zola okumadıysanız büyük kayıp içerisindesinizdir, mutlaka okuyun derim.

         Gelelim Meyhane'ye; okumak isteyenler olur diye çok fazla konusunu anlatmayacağım, genel olarak bahsedeceğim. Kitapta bir ailenin düzenli çalışmasıyla nasıl yükseldiğini ve yine aynı ailenin içki yüzünden nasıl düşüşe geçip parçalandığı anlatılıyor ( yine de kitabın konusunu anlatmışsın demeyin, anlatmadığım çok şey var ve okumaya değer).

      Zola bu kitabının önsözünde kendisini bu kitaptan dolayı eleştiren kişilere bir ithafta bulunmuş. Kitap önce bir gazetede yayımlanmış ve çok fazla tepki çekmiş. Yazar kullandığı dilin sokakta kullanılan dil olduğunu bunu edebiyatın içine soktuğu için çok kınandığını ve eleştirildiğini söylüyor. Suçun biçimde olduğunu söylüyor. Oysa aydınların bu dili de incelemek zorunda olduğunu açıklıyor.

          Zola yazdığı eserler içinde Meyhane'nin en dürüst eseri olduğunu söylüyor. Zola'nın bu açıklamalarından şöyle bir sonuç çıkardım ben; meyve veren ağacı her yerde taşlıyorlar. Bunun Türkiye'si ya da başka bir ülkesi yok. Nerede üreten bir insan varsa orada taşlanan bir insan var. Yazısında kendisini savunmadığını yapıtın zaten kendi kendini savunacağını söylüyor. Bence de Zola'nın yapıtı bu savunmayı çok güzel yapıyor.

          Kitapta beni en çok sarsan şey ise; küçük Lalie'nin yaşadıklarıydı. Alkol girdiği her eve çok zarar veriyor, küçücük çocukların şiddete maruz bırakıyor ve ölümlerine yol açıyordu. Yazar her fırsatta alkolikliğin ne kadar korkunç şeylere yol açtığını  vurguluyor.

        Okurken pek çok duyguyu bir arada yaşıyorsunuz: Öfkeleniyor, acıyor, şaşırıyorsunuz. Yazdığı her şey hayatın tam içinde olan şeyler.

        Zola Fransa'da natüralizm akımın en önemli öncülerinden biri olarak kabul ediliyor. Romanlarında da hayatın zorluklarını  gerçekçi bir tarzla aktarıyor.

         

2 Aralık 2014 Salı

Lucy

     
       Aslında bugün planlarımda dışarı çıkmak vardı. Fakat son anda gelişen olaylardan dolayı planları perşembeye erteleyip bugün evde kaldım.Canım kitap okumak istemeyince film izleyeyim bari dedim. Facebook'ta bir grupta bu filmin afişini görmüştüm. Bilimkurgu olduğu için izlemeye karar verdim.


           Film bu yıl ağustos ayında ( 2014) vizyona girmiş. Başrollerde Scarlett Johansson ve Morgan Freeman var, Amerika ve Fransa ortak yapımıymış.Yönetmeni ve senaristi aynı kişi Luc Besson.

        Bir yandan uyuşturucu çeteleri bir yandan da bilim adamlarının çalışmaları filmin konular arasında. Lucy uyuşturucu çetesinin kuryesidir. Taşıdığı madde vücuduna karışınca beyninin %10'nundan fazlasını kullanmaya başlar. Filmin sonlarına doğru da bu kapasite %100'e kadar çıkar.

          Film benim çok hoşuma gitti. İzlemenizi tavsiye ederim.