27 Şubat 2014 Perşembe

Genç Werther'in Acıları


            Bu kitabı geçen yıl mayıs ayından beri okumak istiyordum. Neden mayıs derseniz? Çünkü mayıs sonunda Taksim Gezi Parkı'nda ki ağaçların kesilmemesi için gençler oraya çadırlar kurmuş ve gece gündüz nöbet tutmuşlardı. İşte o dönemde Okan Bayülgen bu gençlerin yanına giderek onlara kitap okumaya başlamıştı. Okuduğu kitap tahmin ettiğiniz gibi Genç Werther'in Acıları'ydı.
            Alman yazar Goethe'ye ait olan bu kitap 1774 yılında yazılan bir 'Mektup Roman'dır. Kitapta Genç Werther yaşadıklarını Wilhelm'e mektup yazarak anlatmaktadır. Werther, Lotte adında genç bir kızla tanışır ve daha ilk gördüğü günden itibaren de aşık olur. Fakat yaşadığı aşk karşılıksızdır. Çünkü Lotte, Albert'la nişanlıdır ve nişanlısına hem sevgi hem de büyük saygı duymaktadır. Kitabın sonlarına doğru da evlenirler. Ne yazık ki gerek nişanlılığında gerekse evliliğinde Werther ümitlerini kaybetmez Lotte'a olan aşkı da bitmez.Hep Lotte'un kendisine aşık olacağı hayalini kurar zaman zaman da buna inanır (aslında kitabın başında Lotte'un Werther'e ilgisi vardır fakat nişanlısından dolayı arkadaş kalmayı tercih eder). Zamanla Werther'in duygularının değişmediğini fark eder ve mesafeli davranmaya başlar. Sonunda duygusal bir anlarında Werther'in kendisine yakınlaşmasından rahatsızlık duyar ve O'ndan tamamen uzaklaşır. İşte bu durum, Genç Werther'in uzun süredir düşünüp bir türlü gerçekleştiremediği intiharına neden olur. Lotte bu intihardan kendisini sorumlu tutar ve kahrolur.
           Goethe bu kitabı 25 yaşında yazmış. Yayınlandıktan sonra da Almanya'da çok ses getiren bir roman olmuş. Bu kitabı okuyan pek çok genç Werther gibi intihar etmiş, adeta kitap Almanya'da bir intihar salgınına neden olmuş. Bu kişiler Werther gibi inithar etmekle kalmamış sokakta Werther modası yaratmışlar. Yani sokaklar, mavi ceket sarı pantolon giyen gençlerle dolarken, gazetelerde bu gençlerin intihar haberleriyle dolmuş. Kitabı okuyunca bu duruma pek anlam vermedim açıkcası. Tamam bir karasevda yaşanıyor kitapta ama insanı intihara sürükleyecek derecede etkili olduğuna pek ikna olamadım. Ben ikna olmasam da o dönemde bu durum Goethe'nin ününe ün katmış ve onu tanınan bir yazar haline getirmiş. Olan da ölen zavallı gençlere olmuş.

İstanbul Efendisi



         Geçen yıl izlediğim Şehir Tiyatrolarına ait bir oyun. Oyunun yazarı Musahipzade Celal, Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devri zamanını yansıtan müzikli eğlenceli bir oyun. Oyunun yönetmeni ise Engin Alkan. Oyun, oldukça kalabalık bir oyuncu kadrosuna sahip. Oyuncular içinde benim en çok beğendiklerim ise kadı ve kadının zeka özürlü oğluydu. Her ikisi de çok doğal ve gerçekçiydi.
          İki perdelik ve 2 saat 45 dakika süren bu oyunun ilk yarısında gerek müziğin etkisi gerekse kullanılan dilden dolayı söylenen sözleri anlamakta güçlük çektim ( hatta çoğunu anlamadım dersem yeridir). İkinci yarıda sanırım bu duruma alıştım ve konuşulanları anlamaya bşlayınca oyundan daha çok keyif aldım.
         Oyunun konusu kadar dekor, kostüm ve müzikler de harikaydı. Müzik olarak ise Türk Sanat müziğinin popüler parçaları seçilmişti. Mesela Çile Bülbülüm Çile gibi. Ama seçilen her parça kesinlikle oyunun konusuyla ilgiliydi. Çile Bülbülüm Çile'de falaka sahnesinde kullanılıyordu.
          Özellikle müzikal oyunları seviyorsanız mutlaka gidin kaçırmayın derim.

Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye


       Geçen yıl ekim ayında Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde izlediğim bir oyundu.İki perdelik olan oyunun süresi ise 1 saat 40 dakika.
        Sait Faik Abasıyanık'ın hikayelerinden derlenen oyun yazarın gerçek yaşam öyküsünü bu hikayeler aracılığyla anlatıyor. Sait Faik'ten uyarlayan Savaş Dinçel, yöneten Ergün Işıldar ve oyuncu ise Naşit Özcan. Tek kişilik bir oyun ama kesinlikle sıkıcı değil.
          Oyunu izlerken eski İstanbul'a gidiyorsunuz, yazarla birlikte geziyorsunuz, yazarın espirili diliyle eski İstanbul'un eski insanlarını tanıyorsunuz ve anlıyorsunuz ki aslında hiç bir şey değişmemiş.
          Tek geçim kaynağı kalemi olan yazar, annesinin desteğiyle geçimini sağlıyor hatta öyle ki annesi sayesinde kitaplarını basıyor. Bu darlık içinde bir de kitaplarının "tehlikeli" bulunması ve bu yüzden toplatılması yazarı büsbütün darlığa düşürüyor. Ama ne kaleminden taviz veriyor ne de işinden.
            Oyunun sonunda oyuna gelen izleyicileri bir süpriz bekliyor; oyuncunun süprizi. Çekilişle,  gelen seyircilerden birine Sait Faik Abasıyanık'ın bir büstünü hediye ediyor. Çekilişi ben kaybettim dilerim siz kazanırsınız.

25 Şubat 2014 Salı

Günün Şiiri: Orhan Veli Kanık/ Kitabe-i Seng-i Mezar



Kitabe-i Seng-i Mezar

I

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.

II

Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duysalar öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.

III

Tüfeğini deppoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir ruzigar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
"Ölüm Allah'ın emri,
"Ayrılık olmasaydı."

24 Şubat 2014 Pazartesi

Tarihi Moda İskelesi


      Moda'da en sevdiğim mekanlardan biridir. Günün her saati harika ama akşamlar daha da harika.
       Çok pahalı olmayan bu mekanın yiyecekleri de çok güzel ( tabi el değiştirmediyse). Tek ve en önemli eksik ise mekanın içkisiz olması. Comenius projesi için okulumuza değişik ülkelerin öğretmenleri gelmişti. Bizde bir akşam konuklarımızı buraya yemeğe götürmüştük. Bize ilk sordukları soru bu olmuştu. Böylesine güzel bir mekanda içki olmaması onları şaşırtmıştı.
      Sabah kahvaltılarını hiç denemedim ama deneyenler beğeniyorlar. Havalar ısınır ısınmaz mutlaka bende deneyeceğim.

Düğümlere Üfleyen Kadınlar


          Geçen yıl mayıs ayında kitap grubumla birlikte okuduğum bir kitaptı. Öylesine büyük bir zevkle okudum ki kitap bittiğinde kendimi yalnız hissetmiştim. Bence Ece Temelkuran, bu kitabı kadınlar için yazmış. Kitabın dört ana kahramanı var, dördü de kadın. Bu kadınların temel iki sorunu var; biri ülkeleri ve ülkelerinde yaşanan olaylar ikincisi ise tabiki erkekler ve  yarım kalan aşkları... Kadınların hepsi de Ortadoğu'nun değişik ülkelerinden. Olay örgüsü de Tunus'ta başlar ve sırayla Libya ve  Mısır'da devam eder.
        Kahramanlardan biri Ece Temelkuran'dır. Ülkesinde gazeteciler tutuklanmaya başlayınca kendisinin de tutuklanacağını anlar ve soluğu Tunus'ta alır. Kaldığı otelde Maryam ve Amira ile tanışır. Otelin yanındaki evde oturan Madam Lilla son tanıştığı kişi olur. Bu dört kadın bir yandan ülkelerinde olan sözde Arap Baharı'nın yarattığı sonuçlardan dolayı üzgündür bir yandan da erkeklerden yana dertlidir.
          Ece Temelkuran, kitap boyunca kendisinden alabildiğince az bahsediyor, bu nedenle O'nun özel yaşamı hakkında bir bilgi edinemiyorsunuz. Fakat diğer kahramanlarla ilgili çok detaylı bilgiye sahip oluyorsunuz. Sadece Madam Lilla'da gizem sonuna doğru çözülüyor. Ama ne çözülme... Kitap boyunca Madam Lilla'nın o bir türlü unutamadığı sevgilisini tıpkı kitabın diğer kahramanları gibi merak ediyorsunuz. Kitabın sonunda sevgiliyi görünce büyük bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Madam Lilla'nın anlattığı veya aşık olduğu kişiye hiç benzemeyen zavallı bir adam görüyorsunuz karşınızda ama ne yazık ki Madam Lilla hala mükemmel bir erkek görüyor. Aşk gerçekten insanların gözünü kör ediyor. Amira'nın ailesiyle yaşadığı sorunlar ve Maryam'ın Muhammed'le mektuplaşmaları Ortadoğu'nun kadın ve kadına bakışını çok güzel anlatıyordu.
         Kitabı okuduğum grubumun tamamı kadın olduğu için kitabın değerlendirmesi de çok kadınca oldu. Açıkcası bu kitabı okuyan erkekler bu kitaptan nasıl etkilenirdi? Merak ediyorum doğrusu.

22 Şubat 2014 Cumartesi

Günün Şiiri: Kadınlarımız / Nazım Hikmet



Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.




Satranç


           Bundan yaklaşık onbeş yıl önce Bozcaada'ya tatile gittiğimde okuduğum bir romandı. Hatta arkadaşlarımdan fırça yemiştim, kitap okumaktan sohbet etmiyorsun, diye. İki günlüğüne gitmiştik ve benim bir günüm bu kitabı okumakla geçmişti. Geçen perşembe yine okudum. Bozcaada'yı hatırlayarak aynı tadı yine aldım. Kitabı klasik yapan şey bu olsa gerek. Müthişti...
          Kitap 77 sayfa olduğu için bir günde bitti. Ben Türkiye İş Bankası Yayınları'ndan çıkan kitabını okudum, çevirmeni ise Ahmet Cemal. Çevirmeni buradan tebrik etmek istiyorum. Çünkü nice kitaplar çevirmenden dolayı okunamaz hale gelebiliyor. Çok iyi bir çeviriydi. Yabancı kitapları okurken yazara mı çevrimene mi teşekkür etmek gerektiğini bilemiyorum. Ama burada hem yazara hem de çevirmene teşekkür etmek gerek diye düşünüyorum. Konu ve kurgu harikaydı dil de akıcıydı. Elimden bırakamadım, sanki ilk defa okuyormuşum gibi heyecanla okudum. Okudukça da konuyu ve neler olabileceğini hatırladım ama yine de heyecanlanmaktan kendimi alamadım.

     Avusturyalı yazar Stefan Zweig'ın (1881-1942) ölümünden hemen önce yazdığı bir roman. Zweig, Avrupa'daki savaştan dolayı karısıyla Brezilya'ya gider ve burayı çok severek, Brezilya'nın Petropolis kentine taşınır. İşte Satranç adlı eserini de burada yazar. Brezilya'yı sever ama İkinci Dünya Savaşı'nın tüm vahşetini ve acısını yüreğinde hisseder. Bundan dolayı da hiç mutlu olamaz. Sonunda yaşanan acılar yazarda derin bir umutsuzluğa neden olur ve karısıyla birlikte intihar eder. Yazarın yaşamını onbeş yıl öncede okumuştum fakat bugünkü kadar etkilenmemiştim. Şimdi yaşanan olay ve acılara baktığımda aynı umutsuzluğa bende kapılıyorum ( hiç tanımadığım insanlara hıçkıra hıçkıra ağladığımı bilirim ). Yazar hayatı boyunca her türlü ödülü almayı reddetmiş. Sanırım dünya düzenine olan öfkesini bu şekilde göstermiş.
        Zweig kitaplarında bol bol psikolojik tahililler yapar. Kitabın önsözünde Ahmet Cemal bu durumu, psikoloji biliminin o yıllarda kurulmasına bağlar. Bana da çok doğru geldi bu yorum. Aynı zamanda Freud'la yakın arakdaş olması da bu durumaetkendir diye düşünüyorum.
          Gelelim kitaba: Kitabın konusu, büyük bir yolcu gemisinde geçer. Bu gemide dünyaca ünlü bir satranç ustası seyahat etmektedir. Okuma yazamayı bile doğru dürüst bilmeyen bu adam ( Mirko Czentovic),  satrançta harikalar yaratmaktadır. Kitabın anlatıcısı gemideki kişilerin bu kişiyle para karşılığı satranç turnuvası yaptıklarını söyler. Bu turnuvada gizemli bir kişi ortaya çıkar ve satranç oyununun ikinci kısmında ünlü satranç ustasıyla berabere kalınmasını sağlar. İşte kitabın asıl kahramanı bu gizemli satranç ustası Dr.B'dir. İşin ilginç yanı bu gizemli oyuncu 20 yıldır satranç oynamadığını söyleyen bir kişidir. Kitabı okuduğumda aslında hiç oynamadığını hepsini zihninde canlandırdığını anladım.
         Dr.B. Gestapo'ya yakalanan fakat kamplara gönderilmeyen kişilerden biridir. Kamp yerine O'nu bir odel odasına hapsederler. İlk başta kamptan iyidir diye düşünsenizde oradaki yalnızlık ve sessizlik Dr.B.'yi çıldırma noktasına getirir. Bu durum, Psikolojideki yetersiz uyarılma deneylerine çok güzel örnek olabilir. Düzenli aralıklarla soruşturmaya götürülerek sorgulanır. İşte bu sorgulamaların birinde orada bir kitap görür ve ne olduğunu bile anlamadan kitabı çalar. Tekrar otel odasına geldiğinde çaldığı kitabın bir satranç kitabı olduğunu görerek hayal kırıklığı yaşar. Tek okuyabileceği şey bu olduğu için haftalarca bu kitabı okur ve oradaki hamlaleri zihninde tasarlar. Derken siyah ve beyaz taşlar arasındaki rekabet onun iç çatışmasına dönüşür ve çıldırma noktasına gelerek hastaneye kaldırılır. Doktor bunun bir bağımlılık olduğunu söyleyerek, bu oyundan uzak durması gerektiğini söyler. Dr.B.'de gemi seyahatine kadar uzak durur. Dr.B.'nin yaşadığı bu iç çatışmayı o kadar güzel ifade etmişki Zweig, hayran olmamak mümkün değil.
        Ben satranç oynamayı bilmem. Eğer siz biliyorsanız ve kitap okumayı da seviyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun derim, tabi yazarın hayatını da.


21 Şubat 2014 Cuma

Yaşamaya Dair


             Bu hafta çarşamba günü harika bir şey yaptım. Ne mi yaptım? İki büyük sanatçının sahnede buluşmasını izledim. İki ölümsüz sanatçı: Biri memleket hasretiyle yanan ve hala buzul diyarlarda yatan, yüreği Anadolu'da çarpan kocaman kalpli Nazım Hikmet diğeri ise, Şairin şiirlerini Anadolu'nun heryerinde gezdiren, o güzelim sesiyle seslendiren tıpkı Nazım gibi kocaman kalpli büyük usta Genco Erkal. Eee sahneye Nazım çıkarda Piraye çıkmaz mı? Nazım'ın büyük aşkını canlandıransa muhteşem sesli Tülay Günal. Nazım'ın şiirlerini besteleyen Zülfü Livaneli ve Fazıl Say ise şarkılarıyla renk kattılar ve o şarkıları Tülay Günal, dupduru pırıl pırıl sesiyle ne kadar güzel okudu. Geçen yıl Ben Bertholt Brecht oyununu izlemiştim Genco Erkal yine Tülay Günal'la birlikteydi ve o oyun da süperdi. Bence muhteşem bir ikililer. İyiki bir araya gelmişler, iyiki bu oyunu yapmışlar ve ben iyiki bu oyunu izledim ( valla burada kendimi çok içten tebrik ediyorum). Oyun bittiğinde salon alkıştan yıkıldı diyebilirim. Elim sakat olmasına rağmen canım yana yana alkışladım, tabi ki ayakta.
             Murathan Mungan "Şairin Romanı" kitabında bir ülkeden bahseder. Öyle bir ülkedir ki burası şairler baş tacı edilir. Kahvelerde şiirler okunur. Öyle alelade insanlar okumaz şiirleri; şiir okumakta usta kişiler okurlar. İşte bu nedenle bu ülkede şairlerden sonra en çok değer verilen kişiler şiir okuyucularıdır. Tabiki ülkede en önemli etkinlik şiir dinlemeye gitmektir. Halk yeni şairleri keşfetmekten ve yeni şiirler duymaktan çok büyük keyif alır. Hatta öyleki bu ülkede cinayetler bile şiir uğruna işlenir. Bu kitabı okurken adeta kendimden geçmiştim. Çok severim ütopyaları, bu da okuduğum en güzel ütopyalardan biriydi. Böyle bir şiir ülkesini de yazsa yazsa ancak bir şair yazardı ve nitekim öyle oldu. İşte bu oyunu izlerken ben kendimi o ülkede hissettim. Seyirciler o ülkenin halkıydı (o kadar saygı duyuyorlardı ki gördüğüm en muhteşem seyirciydi diyebilirim), Nazım o ülkenin şairi,  tabiki Genco'da şiir okuyucusuydu ( ama ne okuma, okuma değil yaşamaydı bence).
               Sahnede ise tüm dugular vardı, üzüntü,heyecan,sevgi, korku, merak...Yaşamın klasik sorunları da sahnedeydi: Geçim derdi, Türkiye şartları, politika, hava durumu, hastalıklar, yorgunluklar ve tabiki bitmek tükenmek bilmeyen bekleyişler... En önemlisi sahnede bir de zaman vardı ve saat tam 21'i gösteriyordu. Çünkü saat tam 21'den 22'ye kadar Nazım, Piraye'yi düşünüyordu ve Piraye saat tam 21'de Nazım'ın kendisini düşündüğünü biliyordu. Ne muhteşemdiler, saat tam 21'de, her ikisi de...
              Nazım Hikmet'in ölümünün 50. yıldönümü için hazırlanmış bu oyun,  Nazım'ın Bursa Cezaevi'nden gönderdiği mektuplarla başlar  ve sürgünde geçirdiği yıllarla devam eder. Son şiirleri ise Varna'dan gelir. Sahneden buram buram özlem kokuları gelir, memleket hasreti gelir ve dinelemeye doyamayacağınız şiirler gelir.
             Bence şiir nasıl sanatsa şiir okumakta sanat. Genco Erkal'da bu sanataın en iyi ustalarından. Şiiri dinlemek değil, şiiri yaşamak istiyorsanız bu oyunu kaçırmayın derim.
              Şiirden bahsedip şiirsiz bitiremem bu yazıyı. İyiki yaşamışsın, Nazım iyiki yazmışsın bu şiirleri yoksa şimdi ne yapardık biz... Ahhhhh başıma çok büyük dert aldım. Hangisini yazayım şimdi... Seni sevdiğim için bende bahtiyarım sevgili Nazım...

 Bugün Pazar

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...



            

20 Şubat 2014 Perşembe

Can

             
           Can Yücel üniversite yıllarında ders çalışırken mola verdiğimde okuduğum şiirlerin sahibiydi. Ne güzel molalardı onlar... Bazen o kadar uzun sürerdi ki molalarım şiirin etkisinde çıkıp hemen derse veremezdim kendimi. Sadece Can Yücel değil pek çok şairi okurdum ( Orhan Veli, Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Enver Gökçe, Ümit Yaşar Oğuzcan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nevzat Çelik, Ataol Behramoğlu, Ünal Ersözlü, Küçük İskender, Murathan Mungan...bunlar aklıma gelenler mutlaka unuttuklarım da vardır).
            Bu oyunu görür görmez hemen biletini aldım. Hatta komiktir oyunu Genco Erkal oynuyor sandım meğer Can Yücel'den uyarlayan Genco Erkal'mış. Oynayan ve yöneten ise Kemal Kocatürk. Çok beğendim oyuncuyu Can Yücel'in hem iğneli hem sempatik şiirlerini çok güzel okudu ve tabiki canlandırdı.
           Şiir yazmak kadar şiir okumanın da  bir sanat olduğuna inanıyorum. Herkes okuyamıyor hatta buna şairler bile dahil. Mesela yıllar önce Nazım Hikmet'in oğluna yazdığı şiiri okumasını dinlemiş ve hayal kırıklığı yaşamıştım.  Enver Aysever'in programında Genco Erkal'da aynı şeyi söyleyince "demek tek hayalkırıklığı yaşayan ben değilmişim" diye düşündüm. Hatta Nazım Hikmet'e demişler ki; "bir çocuk var adı Genco senin şiirlerini senden çok daha güzel okuyor". Kesinlikle katılıyorum bu görüşe. Neyse çok dağıttım sözü gelelim oyunumuza...

       Geçen ocak ayında izlediğim oyunlardan biriydi. İki perdelik Can Yücel'in şiirleriyle şairin yaşamı canladnırılıyordu. Can Yücel'in doğumunun 85. yıldönümü için hazırlanmış. İzlerken gerçekten çok keyif aldım, özellikle ikinci perdeyi daha çok sevdim. (Ama buradan birinci perdeyi sevmediğim anlaşılmasın birinci perde de çok güzeldi ve ikinci perde daha da güzeldi.) Tek kişilik bir oyun. Can Yücel'in pek çok şiiri okunuyor. Onun o sert, çocuksu ve küfürbaz dizeleri sahneye gerçekten çok yakışıyor.
           Kemal Kocatürk'ün oyuncluğuyla Can Yücel gerçekten sahnedeymiş gibi hissediyorsunuz.Hatta onun küfürbazlığına sizde eşlik ediyorsunuz. Eee Can Baba bu kırmak olmaz, basacaksın küfürü rahatlayacaksın! Bu düzeni bozulmuş dünyanın karşısında. Eğer ben küfür edemem kötü söz söyeleymem diyorsanız baştan söyleyeyim gitmeyin bu oyuna.
            Can Yücel'in doğumundan, cezaevi anıları ve Datça'daki yaşamına kadar pek çok anıyı şiirler eşliğinde dinliyorsunuz ve aynı zamanda Mehmet Güleryüz'ün çizimleriyle izliyorsunuz. Çizimler de çok iyidi. Gerek İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı oyununda gerekse bu oyunda resim ve karikatür sanatından faydalanılması ve bunun sahneye taşınması benim çok hoşuma gitti.
         Benim gibi şiiri seviyorsanız, güzel okuyan bir kişiden dinlemek isterseniz bence bu oyunu kaçırmayın. Tabii Can Yücel'den bahsedip bir şiirini yazmamak ayıp olur. Maazallah duyarsa şair küfürü basar bize öte dünyadan. Seçmekte çok zorlandım ama sonunda bir tanesini seçtim. Bakalım beğenecek misiniz?

BÜYÜK CAN DEDİ Kİ

Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha
Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken

Seyhan Cafe

 


  Geçen hafta pazar günün Thyke7'nin kitap toplantısını bu cafede yaptık. Görsellerde güzel bir fotoğrafını bulamadım bundan dolayı logosunu paylaştım.
       Kadıköy'de rıhtımda Beşiktaş İskelesi'nin tam karşısında Seyhan Kitapçının üçüncü ve dördüncü katı cafe olarak işletiliyor. Sıcak günlerde terası tercih edilebilir ama kış aylarında kesinlikle üçüncü kat daha güzel.
      Oldukça sakin bir cafe. Bir şeyler içerken gazetenizi kitabınızı çok rahat okuyabilirsiniz. Servisi oldukça ağır olan kafenin çalışanları ise güleryüzlüydü.

18 Şubat 2014 Salı

Tutunamayanlar

      Kitaplar benim dünyam. Hayatta en keyifli yaptığım birinci şey okumak ikincisi ise gezmek. Kitap okurken genelde beklentiye girmem bırakırım kendimi yazara, beni nereye götürürse giderim. Zaman zaman bu yolculuklar çok keyfili olur zaman zaman da çok sıkıcı olur. Beğendiğim her kitapta yazara hayran olurum. Kendim onlar gibi olamadığımdan için için hem kıskanırım onları hem de hayranlık duyarım. Çamur atamadığım için de başka gezegenlerden geldiklerini düşünürüm. Ben dünyalı olduğum için yazamıyorum onlar ise başka gezegenlerin insanları oldukları için daha zekiler bundan dolayı da harika kitaplar yazıyorlar, diye düşünürüm ve böyle avuturum kendimi. Yazamıyorum ama çok şanslıyım okuyorum hem de çok güzel kitaplar okuyorum.
               İşte o güzel kitapların içerisinde bir kitap var ki beni adeta sarstı. Yazarının ise başka bir gezegeden de öte başka bir galaksiden geldiğini düşünüyorum. Muhteşem bir zekanın ürünü olan muhteşem bir roman. Bloğu açtığımdan beri en çok yazmak istediğim ama nasıl yazacağımı bir türlü bilemediğim bir kitap Tutunamayanlar...Ne yazarsam yazayım mutlaka bir şeyler eksik kalacak ve anlatamayacağım bu kitabı. Bunu bilerek başladım bu yazıya.
             Yıllardır duyduğum fakat neden bilmem okumaya bir türlü cesaret edemediğim bir kitaptı. Sonunda okudum! Kitabı bana anlatanlar ya da tavsiye edenler ilk bölümlerinin sıkıcı olduğunu söylemişti. Beni sarsan ise kesinlikle bu kitabın ilk bölümü oldu. Okudum adeta allak bullak oldum, okudum şaşkınlığa uğradım, okudum hayranlık duydum, okudum yazarı merak ettim, okudum sorular sordum...Kitapta gördüklerimi Google'da aradım tüm sayfalar Oğuz Atay'a çıktı. Çünkü hepsi hayal hepsi tek bir aklın ürünü. En çok zekasını merak ettim yazarın. Bu kurgu, bu yazılanlar ancak bir dehanın elinden çıkabilir. Bir kitap düşünün bu kitabın kahramanları kendilerini, şiirle, mektupla, ütopyayla, ansiklopediyle ve nihayet romanla anlatıyorlar okura. Okura anlatıyorlar ama bu kahramanlar hayata tutunamıyorlar. İşte roman tam da bunu yani tutunamayanları anlatıyor. Kitabın ana iki karakteri var: Biri intihar eden Selim Işık ve diğeri arkadaşının intiharından çok etkilenen ve onun hayatına dair araştırmalar yapan Turgut Özben. Her ikisi de aydın her ikisi de sıkıntılı kişiler aynı zamanda da espirili kişiler. Bu iki karakterle yazar aslında aydın dünyasını eleştiriyor ve zaman zamanda bu çevreyle alay ediyor. Kitabın sonunda Selim'i araştıran Turgut'ta tıpkı Selim gibi bir Tutunamayan oluyor. Tutunamayanların ansiklopedisini görünce aslında ne çok kişinin tutunamayan olduğunu anlıyorsunuz ( bu noktada ben kendimin de bir tutunamayan olduğunu anladım ).
               Kitap kolay okunan bir kitap değil, hatta şöyle diyeyim bir paragraf düşünün tam 77 sayfa sürsün ve noktalama işaretlerine sahip olmasın. Dildeki, edebiyattaki tüm kuralların hiçe sayıldığı bir yetmişyedi sayfa. Gerçekten çok zor okudum, defalarca geri döndüm ve her geri dönüşümde bir kez daha bir kez daha hayran kaldım yazara ( tabi kızdım da, bu okura zulümdür dedim). Sık sık düşle gerçek arasında gidip geldiği için de çok dikkatli okunması gerekiyor.
             Öyle kitaplar varki yazarın, bilgi birikimine hayranlık duyarsınız, olayları anlatma biçimine hayranlık duyarsınız. Ne çok şey biliyor ne çok şey okumuş dersiniz, ki bende dedim. Oğuz Atay'ı okuyunca dondum kaldım.Yazar, beni hayal dünyasıyla şoka uğrattı. Sonunda Oğuz Atay'ı bir yere diğer bütün yazarları ise başka bir yere koydum. Kitap boyunca hep şunu sordum: "Bu kitap nasıl bir zekanın ürünüdür?" Bizimki gibi olmadığı kesin.  Kullandığı dil edebiyatımızda bir devrim nitaliğindeymiş, kesinlikle katılıyorum bu düşünceye.
             Bu roman 1973 yılında yayımlanmış. Ne yazık ki yazar yaşarken pek kıymeti bilinmemiş.  Beni üzen konulardan biri de yazarın erken yaşta ölümü oldu. Oğuz Atay 43 yaşında beyin tümöründen dolayı vefat etmiş ( ilginçtir bu kitabı tam da 43 yaşıma girdiğim zaman okudum). Tutunamayanlar ise yazarın ilk eseriymiş.
           Son olarak zor bir kitap ama mutlaka okunması gereken bir kitap diyeceğim. Okuyun ve çevrenizdeki tutunamayanların farkına varın. Kimbilir belki siz de bir tutunamayan olabilirsiniz...

Türkiye Kayası Bir Göç Hikayesi

    Sömestre tatilinde izlediğim oyunlardan biri. Oyunda ilk ilgimi çeken şey dekoruydu. Dekor bir tenis kordu şeklindeydi. Filenin bir tarafı Bulgaristan bir tarafı ise Türkiye'ydi. Böyle bir dekoru seçmek bence çok anlamlıydı.
      Gerçek bir olaydan esinlenilerek yazılan bir oyun, üstelik oyunun yazarı da çok genç adı Fehime Seven. Yönetmeni ise Şükrü Türen.
      Oyun Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalan bir ailenin sınırda neler yaşadıklarını anlatıyor. Eğlenceli bir oyun bence izlenmeye de değer bir oyun. Özellikle Hikmet Körmükçü ve Nevzat Çankara gerçekten çok iyilerdi. Ne yazık ki aynısını kızı ve oğlu rollerinde oynayanlar için söyleyemeyeceğim. Oyuncuların şiveli konuşmalarını zaman zaman anlamakta zorlandım. Sanırım bu birazda arkada oturmamdan kaynaklandı.
          Oyun Balkan göçünün 100.yıl anısına yapılan bir oyunmuş. Göç, her zaman travmatik gelmiştir bana. İnsanın doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalması gerçekten çok yaralayıcı. Fakat oyunda bu duyguyu yaşayan sadece evin kızı, O'da sevgilisini terk etmekten dolayı bu duyguyu yaşıyor. Bunun haricinde ailenin tüm ferdi Türkiye'ye göç edeceği için çok mutlu. Çünkü baskılar doğdukları yerden onları soğutmuş. Yasaklandığı için dillerini konuşamamışlar ve isimlerini değiştirmek zorunda kalmışlar. Bu da onları göçe zorlamış. Ne yazık ki bu tür baskılar her ülkede yaşanıyor ama hiçbir ülke kendi yaptığı baskıyı görmüyor  daha doğrusu görmek istemiyor çünkü işine gelmiyor. Ne kadar acı ve ne kadar sahte! Neyse
          

Toros Canavarı

     

  2010-2011 Sezonunda İstanbul Bütükşehir Belediye tiyatrolarında oynamaya başlamış, 2011-2012 İmet Güntay Tiyatro Ödüllerinden En İyi Işık Tasarımı ödülünü almış.
        Benim çok sevdiğim okumaktan bıkmadığım Aziz Nesin yazmış oyunu Tarık Şerbetçioğlu'da yönetmiş. Oyunda özellikle Şevket Avşar'ı çok beğendim, korkaklığı, pasifliği ezilmişliği gerçekten çok güzel canladırdı. Oyunda ikinci beğendiğim kişi ise ev sahibi rolündeki Naci Taşdöğen, çok doğal ve gerçekçiydi.
        Emekli bir devlet memurunun yaşadığı geçim sıkıntısını anlatırken bir yandan da yozlaşmış kurumlarla dalga geçen bir oyun. Özellikle medyayla ilgili kısımları bugün hala geçerliliğini koruyor. Medyanın sahteliği gerçekten çok güzel anlatılmıştı.
        Oyunu izlerken konunun nasıl gelişebileceğini az çok tahmin edebildim ve tahminlerimin çoğu da gerçekleşti. Bu sanırım şundan kaynaklanıyor. Bir yazarı sevdiğinizde onun pek çok eserini okursunuz ve bir süre sonra neyin nasıl gelişebileceğini tıpkı yazarla aynı şekilde düşünmeye başlarsınız. Bu bende bir kaç yazarda oldu. Örneğin Ayn Rand, Grange, Elif Şafak... Şu an aklıma gelenler bunlar, ama eminim daha fazladır. Bu bana mı özgü yoksa benim gibi çok okuyan kişilerde var mı bilemiyorum.
       İki perde ve iki saatlik bir oyun. Oyun sırasında yaşanan tekrarlar bazı kişilere sıkıcı gelse de benim hoşuma gitti bu nedenle de izleyin derim.
              

15 Şubat 2014 Cumartesi

Cafe Kafka


     

    Cafe Kafka, Kadıköy Rıhtım'da İDO'nun tam karşısnda Alkım Kitapevi'nin en üst katında yer alıyor. Bundan dolayı da harika bir manzaraya sahip. Kış aylarında biraz soğuk oluyor ama eminim bahar ve yaz ayları için ideal bir Cafe.
      Hafta sonları özellikle öğleden sonraları çok kalabalık oluyor. Biz kitap kulübü olarak bir toplantımızı burada yaptık fakat bir süre sonra gürültü olduğu için rahatsız olduk. Bu arada Cafe'de tercih edilen müzikleri de çok beğendim.
       Fiyatlar ortalamanın baya üzerinde fakat sunum çok güzel. Fiyatlar önemli değil nezih bir mekan olsun diyorsanız, kesinlikle burayı tercih etmelisiniz.

Zengin Mutfağı

         İstanbul Şehir Tiyatroları'nın sanırım geçen sezon ( 2012-2013 ) sahnelemeye başladığı bir oyun. Geçen yıl bilet almama rağmen izleyemediğim bir oyundu. Aslında daha önce filmini izlemiştim,  film de ise Şener Şen başroldeydi ve çok beğenmiştim.
        Oyunun yazarı Vasıf Öngören yönetmeni ise sanırım yazarın kızı Aslı Öngören. Oyun geçen yıl pek çok ödül almış. Oyunda aşçı rolündeki Murat Garibağaoğlu Erkek Oyuncu Ödülü'nü, Çiğdem Erken  ise Yılın Oyun Müziği Ödülü'nü almış. Gerçkten müzikler çok iyiydi. Özellikle oyunun en sonunda söylenen "Eyvallah" şarkısına bayıldım. Oyunculukların ise hepsini çok beğendim. Oyunda beş oyuncu vardı ve hepsi birbirinden iyiydi. Selim rolünü canladıran Ali Mert Yavuzcan'da müthişti. Başta masum bir üniversite öğrencisiyken gittiği kamplarla azılı bir katile dönen adeta özgüven patlaması yaşayan bir kişiyi canlandırdı. Bana kalırsa hem masumiyetini hem de vahşiliğini seyirciye çok güzel yansıttı.
              Oyun 1970'lerde İstanbul ve Kocaeli'nde yaşanan işçi grevlerini ve ayaklanmalarını anlatıyor.  Bu ayaklanmalardan bihaber bir zenginin mutfağında çalışan aşçı ve hizmetçiyle bu ayaklanmaları bilen şoför ve abisini konu ediniyor. Hizmetçinin bir de nişanlısı vardır. O'da en başta bu olayların ne olduğunu bilmez çok fakir olduğu için ve evlenmek için paraya ihtiyaç duyduğu için solcuları polise ihbar eder ve böylece solcular için verilen para ödüllerini almak ister. Ama işler  istediği gibi gitmez, çünkü ihbar ettiği solcuları tanımaktadır ve bu kişiler gözlerinin önünde öldürülürler. Kaçıp zengin mutfağında çalışan nişanlısının yanına sığınır. Evin sahibi Kerim Bey durumdan haberdar edilir. Böylece Nişanlı ( Selim )'nın hayatının seyri değişir. Ülkücülerin gönderildiği kamplara gider, döndüğünde ise artık çok farklı bir insan olmuştur. Kimseye acımayan sürekli baskınlara katılan ülkedeki tüm Koministleri ortadan kaldırmayı birinci ödev sayan bir kişi olmuştur.
            Geçen yıl Şehir Tiyatroları'nda oynamaya başladığında sanırım ülkücülerin tepkisine neden olan bir oyundu. Yanlış hatırlamıyorsam seyirciler, oyuncuları ülkücülerden korumuşlardı. Her kim olursa olsun şu saldırma ve şiddet olaylarını bir türlü anlayamıyorum. Rahatsızlık duydukları her ne ise onunla cevap vermeleri ve şiddet uygulamamaları bence onları yüceltir. Kitap mı rencide etti o zaman kitapla cevap ver, oyun mu rahatsız etti oyunla cevap ver. Ama bunlar ne yapıyor saldırıyor veya  bağırıyor,  bu da onları sadece küçültüyor. Şiddeti  her kim yapıyorsa bence o kaybediyor. Sözle alt edemediğin kişiyi şiddetle dize getiremezsin, sadece getirdiğini zannedersin. Ne yazık ki tüm Ortadoğu şiddeti marifet zennediyor tıpkı Ortaçağ Avrupası gibi. Ne zaman fikre saygı duymayı öğreneceğiz işte o zaman gerçekten çağ atlayacağız.
         Son olarak oyun, iki perdelik ve 120 dakikalık bir oyun. Mutlaka izleyin derim...
          




Utanç

            Yaklaşık bir yıldır. İki okuma grubuna üyeyim biri Thyke7 diğeri ise simurg okuma grubu. Bu kitabı her iki grupla da konuşma fırsatı buldum.
          Çok kolay okunan bu kitap, ilk başta çok basitmiş gibi algılansa da pek çok soru işaretini beraberinde getiriyor. Hatta kitap bittiğinde bu soru işaretlerinin bazısı havada kalıyor. Yanıt bulamıyorsunuz sadece tahmin yürütebiliyorsunuz. Kitabın kapağı ve ismi çok çarpıcı, ama içerikle çok örtüşmediğini düşünüyorum.
          Kitabın konusu Güney Afrika'da geçiyor. Kitabın baş kahramanı David ise bir üniversitede profesördür. İlk bölüm David'in öğrencisiyle yaşadığı ilişki üzerine kuruludur ( bu ilişki karşılıklı değildir, sadece profesörden öğrencisine yöneliktir). Öğrencisiyle yaşadığı cinsel ilişkiden dolayı daha sonra tecavüzle suçlanır, fakat  kendini hiç bir şekilde savunmaz ve üniversiteden istifa eder. Kitabın ikinci kısmı ise  David'in kızı Lucy'nin çiftliğine yerleşmesidir. İşte bundan sonra kitap bana göre daha ilgi çekici ve karışık bir hal aldı. Burada David kızıyla birlikte siyahların saldırısına uğrar hatta bu saldırıda kızı bir kaç kişinin tecevüzüne uğrar. Yaşanan olayın korkunçluğuna rağmen kızı evini ve çiftliğini terketmez, orada yaşamaya devam eder. Bu konuda David ( ben de) kızını bir türlü anlamaz. Gerçekten kitap boyunca Lucy'yi anlamadım, hatta anlamadığım gibi bir de öfke duydum. Kitapta ikinci anlamadığım konu ise yakılan köpeklerdi. Çok hasta olan ve kurtulması mümkün olmayan köpekler iğneyle öldürülüyor ve sonra fırınlarda yakılıyordu. Burada ki köpek olayının bir metafor olduğunu düşünüyorum ama neyin metaforu olduğunu açıkcası çözemedim.
            Konu Güney Afrika olunca doğal olarak ırkçılık da kitabın ana konularından biri oluyor, ama bunu kitabın ilk bölümünde algılayamıyorsunuz. Irkçılığın kalktığı ama taşrada yerlilerin hala beyazlara şiddet uyguladığı bir dönemden bahsediliyor. Taşrada yaşayan beyazlar kesinlikle zencilere güvenmiyorlar, hatta Lucy'de zenciler tarafından tecavüze uğruyor. Siyah kadının kölelik döneminde beyaz adama ses çıkaramaması gibi Lucy'de siyah adamlara ses çıkaramıyor. Sanki beyazların siyahlara yaşattığı tüm olumsuzlukların bedelini Lucy ödüyor. Bu kısım kesinlikle anlaşılamıyor. Kitapta son anlayamadığım konu ise, David'in George Gordon Byron hakkında yazdığı metinlerdi.
         J.M.Coetzee bu kitabıyla 1999 yılında Man Booker Roman Ödülü'nü almış, aynı zamanda 2003 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü'nü almış. Bu arada bu kitap insan beynini geliştiren on romandan biri seçilmiş. Beyni geliştirmesi konusuna bende katılıyorum, çok soru sorduran ve düşündüren bir kitap.
          Akıcı ve sorgulatıcı bir kitap okumak isterseniz size "Utanç"ı tavsiye edebilirim.

14 Şubat 2014 Cuma

Doğudan Uzakta

           Geçen yıl Thyke7 kitap grubumla birlikte okuduğum bir kitaptı. Amin Maalouf'un sanırım tüm romanlarını okudum ( tekrar bakmam lazım emin değilim ) ve tümünü de sevdim. Sanırım doğulu yazarların kitaplarını kendime yakın buluyorum.
         Romanda Maalouf sanki kendi hayatından bahseder. Çünkü romanın başkahramanı Adam Fransa'ya yerleşmiş bir Lübnan'lıdır. Adam'ın arkadaşları da Lübnan'ı terkederek değişik ülkelere yerleşmiştir. Yıllar sonra Adam arkadaşının ölüm döşeğinde olduğunu öğrenir ve Lübnan'a gider fakat arkadaşıyla görüşme fırsatı olmadan arkadaşı vefat eder.
          Adam arkadaşının eşini ziyaret eder ve sonra tüm arkadaşlarını toplamaya ve hep birlikte ölen arkadaşını anmaya karar verir. Bunu arkdaşlarıyla da paylaşır bazıları önceleri itiraz etse de sonunda kabul ederler. Kitabın sonu çok enteresan bir süprizle sona eriyor. Bunu özellikle söylemeyeceğim çünkü eğer okumak isterseniz kitabın sihiri bozulabilir.
           Kitapta benim en çok hoşuma giden şey arkadaş grubunun değişik dinlerden ve kültürlerden oluşmuş olmasıydı. Günümüzün Hatay'ı gibi. Hatay yıllarca çok kültürlü çok dinli bir yer olmasına rağmen hep hoşgörünün merkezi olarak kabul edildi. Suriye'de ki iç savaşa rağmen. Hatay halkı birbiriyle kenetlenmeye ve politikacıların tüm çok yüzlülüklerine ve oyunlarına  rağmen birarada kalmayı başardılar hoşgörülerinden yine taviz vermediler.
          Kitaptan anladığım kadarıyla Lübnan'daki savaşla birlikte bu hoşgörü ortamı bozulmuş ( şimdi aynısını Hatay'da yapmaya çalışıyorlar dilerim başaramazlar ) bu durumda ciddi yıkımlara neden olmuş. Maalouf yaşanan toplumsal, kültürel ve tarihsel sorunları çok güzel dile getirmiş. Akıcı üslubuyla hem rahat okunan hem de Ortadoğu hakkında bilgi sahibi olmanızı sağlayan bir kitap.

Ruhi Mücerret

       Ben kitapları yaz (plaj)  kitapları ve kış kitapları olmak üzere ikiye ayırıyorum. Bu ayrım özellikle edebi eserlere önem verenlerin ve diğer kitapların okunmaması gerektiğini söyleyenler tarafından pek hoş karşılanmıyor. Onlar'a göre edebi içeriğe sahip olmayan kitaplarla vakit öldürülmemeli. Edebi olmayan bir eser okuduğumda inanın bende o zaman öldürmeyi derinden hissediyorum ve vakit kaybı olarak görüyorum. Ama plajda da güneşin altında öylece oturamıyorum, gerçekten sıkıntı basıyor bana. Arada bir komşularla çok güzel sohbet ediliyor ama hergün ne konuşacağım. Bundan dolayı ben zaten öldüreceğim bu vakti kitapla geçirmeyi tercih ederim. Öldüreceksem zamanı, kitapla öldürürüm daha iyi, diye düşünüyorum.
          Ruhi Mücerret kitabını geçen yaz aldım ve bir çırpıda da okuyup bitirdim. Çok eğlenceli bir kitaptı. Zaman zaman kahkahalarıma engel olamadım.Edebi anlamda çok bir şey yükleyemem ama eğlenceli bir şeyler arıyorsanız size şiddetle tavsiye ederim.
           Kitabın ana kahramanının adı Ruhi Mücerret, kendisi 100 yaşında bir Kurtuluş Savaşı Gazisi. Yaşı düşünüldüğünde kahramanımızı hem enerjik hem de espiritüel buldum. Çok zekice espiriler yapıyor: Mesela bunlardan bir kaç tanesini yazmak istiyorum: "Yağmurdan sonra mezarlık, ölüler parfüm sürmüş gibi kokuyor" ( sayfa 48), "Bedenim hurdaya çıktıktan sonra ruh eşimi mi buldum?" (sayfa 83), " Reenkarnasyona inanıyor musunuz efendim, diye sordular. Ben bu yaşta rezervasyona bile inanmıyorum,dedim" (sayfa 68)
                 Kitabın diğer kahramanı ise Civan Kazanova isimli aşk acısı çeken bir kişi. Hiç sebepsiz Ruhi Mücerret'in hayatına girer ( başta anlayamazsınız bu kişiyi) ama kitabın ikinci bölümünü okurken Ruhi Mücerret'in hayatına girmesinin çok önemli nedenleri olduğunu görürüsünüz. Kitap boyunca okuduğunuz saçma sapan reklam cümlelerinin açıklamasını yine kitabın ikinci bölümünde öğrenirsiniz.
            Yazarın çok farklı bir üslubu var, bu farklılık benim çok hoşuma gitti ve benim için güzel bir yaz kitabı oldu. 

12 Şubat 2014 Çarşamba

Kitap Hırsızı

    


Geçen hafta internette izlediğim bir film. Kitap okumayı çok seven bir kişi olarak zevkle izlediğim bir film oldu. Filmin konusu 2.Dünya Savaşı sırasında Almanya'da geçiyor. Filmin başrol oyuncusu Liesel'ı canlandırıyor. Liesel Alman bir ailenin manevi kızı oluyor. Üvey babası sayesinde okuma-yazma öğreniyor. Kitaplara özel bir ilgisi var, öyle ki gördüğü her kitabı "ödünç" alıyor.Fakat çok talihsiz bir dönemde yaşıyor çünkü o dönem kitapların meydanlarda yakıldığı bir dönem. Buna rağmen Liesel, pek çok Alman gibi gizli gizli   kitap okumaya devam ediyor hatta meydanlardan yakılmaktan kurtulmuş kitapları da alıyor. Derken bir yahudi evlerine sığınıyor, adı Max. O'nu çok seviyor Liesel ve O'na her gün kitap okuyor. Bir bombardıman yüzünden hem arkadaşlarını hem de manevi ailesini kaybediyor. Bu sahnelerden çok etkilendim. Başklarının yanına sığınıyor ve savaş bittikten sonra da Max geri dönüyor. Max'i görmek ailesinden birini görmek kadar mutlu ediyor Liesel'i.

        Filmde hem savaşın çirkin yüzünü görüyoruz hem de Faşizmin insanlar üzerinde yarattığı baskıya tanık oluyoruz. Düşünün Belediye Başkanı Adolf Hitler'i evinde ağırlamasına rağmen kitaplarla dolu bir odaya sahip ve gizli gizli kitap okuyor.
         Filmin konusu ağır ilerliyor ama yine de çok sevdim. Özellikle kitap okumayı seviyorsanız izleyin derim.



Michelangelo

          
             İstanbul Devlet Tiyatrosu'na ait geçen yıl izlediğim  bir oyun. İzler izlemez özellikle resim öğretmeni arkadaşlarıma ve çevremdeki diğer arkadaşlara gitmesi için tavsiyede bulundum. Dekoruna hayran kaldım (hele hele son sahnede). oyunculukta ise özellikle Ali Atilla Şendil'in performansı muhteşemdi. Hatta 2011-2012 yıllarında çeşitli tiyatro ödüllerinde en iyi erkek oyuncu ödüllerini almış. Bir oyuncunun her oyunda aynı performansı göstermesine açıkcası hayranım.

         Oyun, Michelangelo'nun Roma'daki Sistine Şapeli'ni resimlerken yaşadığı sıkıntıları ve stresi konu edinmiş. Sanatın iktidarla yaşadığı sıkıntılar da oyuna yansıtılmış. bu oyunda Michalengelo'nun kişiliğine dair de pek çok şey öğreniyorsunuz: Mesela ne kadar sinirli ve geçimsiz olduğunu, insanlara hiç güvenmediğini  ve çoğunlukla yalnız kaldığını görüyorsunuz. Hem acıyorsunuz hem de geçimsizliğine şaşırıp kalıyorsunuz. Oyunda öğrendiğim bir diğer şey ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na davet edilmesiydi. Kurgu mu gerçek mi tam olarak bilemiyorum. Ama kendi ülkesindeki sanatçıların kımetini bilmeyip hep başka ülkedekileri çok iyi zannetmek yanılsamasının o zamanda olması muhtemel bence. Yine de bir Osmanlı Sultanı'nın sanata önem vermesi  çok hoşuma gitti.
            Eğer resimle ilgileniyorsanız ve tiyatroyu seviyorsanız kesinlikle bu oyunu kaçırmayın derim.

Kurban

         Mario Fratti'nin yazdığı Saydam Yeniay'ın yönettiği yine İstanbul Devlet Tiyatrosu'na ait bir oyun. Karı koca ve psikopat bir adamdan oluşan bir gerilim öyküsü.
          Oyun başladığında kurban rolünde kadını görürüz fakat ilerleyen zamanda psikopatın kurban rolüne geçtiğini görürürüz. Oyunda özellikle psikopat rolünü canlandıran Aydın Şentürk'ü çok beğendim. Ama diğer oyuncuları ne yazık ki beğenmedim. Hatta koca rolündeki kişi tam lise müsameresindeki öğrenciler gibiydi. Kadın oyuncu ise kesinlikle yaşadığı zor durumu tam olarak canlandıramadı. Burada özellikle şunu söylemek isterim belki o güne ait bir şey de olabilir yani o gün kötü oynamış olabilirler ama bence bu da profeyonelliğe sığmayan bir davranış olur.
         İki perdelik bir saat elli dakika süren bir oyundu.Ama oyunu sevemediğim için bana bu süre çok daha uzun geldi.
        Bu arada beni rahatsız eden bir diğer durum da yanımdaki koltuklarda oturan biri en fazla 8 diğeri de 10 yaşında olan anneleriyle gelen çocuklardı.Türkiye'de anne babalara kesinlikle eğitim verilmeli. İnsan bu yaştaki çocukları tecavüz sahnelerinin de olduğu böyle bir oyuna getirir mi canım? Çocuklar hem çok sıkıldılar sürekli konuşma ve hareket halindeydiler hem de beni çok fazla rahatsız ettiler.
    Son olarak oyun için şunu söyleyebilirim. Eğer oyunculuklar daha iyi olsaydı konusu gerçekten güzel bir oyundu. Beğenmediğim için gidin de diyemeyeceğim.


Profesyonel

        Geçtiğimiz hafta sonu cumartesi harika bir şey yaptım. Cevahir Tiyatrosu'na gidip bu oyunu izledim. Eğer izlemediyseniz şiddetle öneririm ne yapın yapın bu oyunu mutlaka izleyin. Konu muhteşem, oyunculuk mükemmel, dekor ve müzikler süper...
        Oyunun yazarı Sırp Duşan Kovaçeviç, Yugoslavya parçalanmadan önceki toplumsal ve entellektüel yaşamı kara mizah olarak yazmış. Sırp yazarın yazdığı bu oyun inanın Türkiye'de yazılmış gibi bize yakın ve bizden. Oyunda bir editörün bir gizli polis tarafından yıllarca takip edilmesi konu edinmiş. Güzel olan tarafı editörün girdiği ortamlara girmek zorunda kalan polisin bir süre sonra kendini edebi yönden geliştirmesi , editörden pek çok şey öğrenmesi ve hatta editörün tüm sözlerini topladığı dört ciltlik bir eser hazırlamasıydı. Sadece editörün sözlerini ve konuşmalarını değil orada burada unuttuğu eşyaları da toplayan polis emekli olduktan sonra taksi şoförlüğü yapmaya başlar. Hasta olduğu için de ameliyat olacaktır fakat hastaneye yatmadan önce son görevini yapmak ister ve editöre tüm eşyalarını vermek için gelir.Bu arada sevgili polisimizin de oğlu edebiyat öğretmenidir ve o da editöre hayrandır.
          Oyunda editör rolünde Yetkin Dikinciler, polis rolünde de Bülent Emin Yarar oynamaktadır. Bülent Emin Yarar 2010 yılında bu oyundaki performansıyla Afife Jale Tiyatro ödüllerinden en iyi erkek oyuncu ödülünü alır.yetkin Dikinciler'de yine 2010 yılında 8.Tiyatro ödüllerinden yılın erkek oyuncu ödülünü alır. 2010 yılında bu ödülleri aldıkları için oyunun dört ya da beş yıldır sahnelendiğini düşünüyorum ama tabi yanılabilirim de. Uzun süredir izlemek istediğim bir oyundu. Sadece oyunda tek anlamadığım nokta sekreterin neden işten ayrıldığıydı. O kısmı ya kaçırdım ya da anlamadım bilemiyorum artık.
            Bir perdelik bu oyunun süresi ise bir saat kırkbeş dakika. Oyunun yönetmeni Işıl Kasapoğlu. Müzik olarak Goran Bregoviç'in bazı parçalarını koymuşlar, bunun haricinde tabiki Balkan müziklerinden alıntılar yapmışlar. Balkan müziklerini de çok sevdiğim için hoşuma gitti.
       Şu yazıda yaza yaza ve öve öve bitiremeyeceğim tek bir şey var o da oyunculuklar. Tek kelimeyle mükemmeldi. Şunu söyleyebilirim ki sahnede rol yapılmadı sahnede iki kişi vardı onlardan biri polisti biri de edebiyatçı. O kadar gerçekçi o kadar doğallardı. O kadar sarhoş oldular ki evlerine nasıl gideceklerini düşündüm. Gerek sinemada gerekse tiyatroda beni en rahatsız eden şey yapılan rolün "rol" olarak hissettirilmesidir. İşte burada roller yoktu, burada neyi veya kimi canlandırıyorlarsa "o" olmuşlardı. Çok güzeldi.
       Bana böylesine güzel oyunu izlememe vesile olan Devlet Tiyatrolarına ve sanatçılarına yüzlerce kez teşekkürler...

7 Şubat 2014 Cuma

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

           Savaş filmlerini de savaş kitaplarını da sevmem, buna rağmen hem okurum hem de izlerim. Çünkü tarihin, ne yazık ki en karanlık ve en gerçek yüzlerinden biri de bu. Keşke savaş çığırtkanları da okusa ve izlese diyeceğim ama kesin, yeni stratejiler bulmak için izleyeceklerdir ya da okuyacaklardır. Ne yazık ki savaşlar bazı kesimler için bir kazanç kapısı işte bu kesimler daima beslerler iç savaşları ve savaşları.
       Gelelim kitaba... Kitaba başladığınız anda kendinizi cephede kurşunlar ve bombalarına altında buluyorsunuz. Kitap kahramanlarınızın tamamı 19 yaşını geçmemiş olan lise öğrencileri. Milliyetçi öğretmenlerinin teşvikiyle orduya gönüllü yazılan Alman öğrencilerin yaşadıkları dostlukları, çaresizlikleri,  inançsızlıkları -ki bunarın tamamı savaşla ortaya çıkan durumlar- hastalıkları, sakatlanmaları, yaralanmaları ve tabiki ölmelerini anlatıyor. Baş kahramanlarımız ise Paul ( tüm olayları kendisinden dinliyoruz) ve Kat. İnsan bu kitabı okuyunca yaşadığı tüm dertler ve sorunlar basit sıkıntılar halini alıyor.
                Kitabı sanırım iki günde okudum ve bitirdim. Elimden bırakamadım adeta su gibi akıp gitti ama içimde paramparça oldu. Çünkü savaşta kimse kazanmıyor herkes ama herkes ne yazık ki kaybediyor. Sağ da olsalar artık yaşayan bir ölüye dönüyorlar. 19 yaşında tüm yaşama sevincini kaybetmiş insanlarla dolu bu kitap ve hiçbiri evine dönemiyor.
         Kitap 1929 yılında yayınlanmış en önemli savaş karşıtı kitaplardan biri olmuş. Hatta Hitler'in toplattığı ve meydanlarda yaktırdığı kitapların başında geliyor bu kitap. Yazarını da öldürmek istemiş fakat bulamamış ve zavallı yazarın kızkardeşini öldürmüş Nazi askerleri.
         Batı Cephesi Birinci Dünya Savaşı'nda ki cephelerden biri. Yaklaşık 800 kilometre uzunluğundaymış. Bu cephede Almanlar, Ruslar, İngilizler ve Fransızlar'a karşı savaşmışlar.Esir aldıkları Rus askerlerini görünce şaşırıyorlar.Çünkü onlarda kendileri gibi sıradan basit insanlar ve çoğu silahtan anlamayan köylüler. Zaman zaman göğüs göğüse savaşlar oluyor işte burada yaşanan ölümler çok korkunç oluyor. Psikolojileri en çok bu gibi durumlarda bozuluyor. Paul'ün öldürdüğü Fransız askeri can çekişirken sürekli olarak Paul'ün gözlerinin içine bakıyor. Düşüncesi bile korkunçken 19 yaşaındaki bu küçük çocuklar bunları bizzat yaşıyor.
          Kitapta en sevdiğim satırlar ise savaşın eleştirildiği şu satırlar oldu: "İnsan düşününce tuhafına gidiyor. Biz anavatanımızı savunmak için geldik buraya.Fransızar da anavatanlarını korumak için geldiler.
Peki haklı olan kim? Bir şey daha var. Bizim profesörlerimiz, rahiplerimiz ve gazetelerimiz bizim haklı olduğumuzu söylüyorlar. dilerim öyledir. Öte yandan Fransız prfesörleri, rahipleri ve gazetecileri de kendilerinin haklı olduğunu öne sürüyorlar. Buna ne dersin?"

             Haklı olan kimse yok aslında. Olan milyonlarca insana oldu, ne acı! 1930 yılında filmi de çekilmiş bu romanın. Siyah beyaz bir film. İzlemedim ama izlemek isteyenler internetten bulabilirler.Film 1930 yılında en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında oskar ödülleri almış. (Öyleyse filmi de izlenecekler listesine almalıyım.)
             Son olarak kitapla ilgili şunu da ekleyeyim. Bu kitabı Yaşar Kemal "yüzyılın romanı" seçmiş. Çünkü 20. yüzyılı en iyi anlatan bir savaş romanı olabilirmiş. Üç roman arasında kaldığını ve son olarak da bu romanı seçtiğini söylüyor. Diğer kitaplar ise; Heller’in ‘Catch 22’ ve  Şolohov’un ‘Ve Durgun Akardı Don. Bunları da okumaya karar verdim. (Durgun Don'u lise yıllarında okumuştum ama tek cildini okumuştum pek hatırlamıyorum içeriğini.)
          
            

Lysistrata "Kadınlar da Savaşırsa"

     



      İstanbul Şehir Tiyatoları'nda oynayan bir oyun. Konusu, dekoru, kostümleri ve oyunculuğu gerçekten çok beğendim. Oyunda beni en çok etkileyen ise oyunun yazarının  2500 yıl önce yaşamış olması ve oyunu da M.Ö.411 yılında yazmış olması. Düşünün 2500 yıl önce yazılan bir oyun hala sahneleniyor ve güncelliğinden de hiçbir şey kaybetmiyor. Oyunun yazarı Aristophanes yaşadığı dönemde ki savaşları eleştirerek bunları eserlerine yansıtmış; savaş karşıtlığını savunmuştur. Bu eserinde de kadınların yardımıyla bir savaşı bitirmeye çalışmıştır.
           Oyundaki savaşçı erkeklerin bir kukla gibi iplere bağlı olması çok düşündürücü ve etkileyiciydi. Bu iplere kadınların bağlı olmaması ise oldukça manidardı. Oyun sırasında ilkçağdan günümüze kadar gerçekleşen savaşlardan sahneler sineviyon gösterisi olarak arka planda ara ara gösteriliyordu. Horoz ve koyun sesleri çıkaran politikacılar ve askerler çok ama çoook şey anlatıyordu.
         Oyunda Lysistrata kadınları örgütleyerek savaşı bitirmeye karar verir. Bunun içinde iki ayrı cephede savaşan erkeklerin kadınlarını bir araya getirir ve onları,  hem erkeklere hem de savaş kararı alan yöneticilere karşı örgütler. Sonunda savaşı kazanan kadınlar olur.
         Oyunun yönetmeni Kemal Kocatürk ( Can oyunundaki performansı süperdi ). Oyucu kadrosu ise oldukça kalabalık. 2013 yılındaUluslararası Stobi Antik Drama Festivali En iyi Kadın Oyuncu ödülünü bu oyunla Nazan Yatgın almış. Sahne ve Görsel Efekt Tasarım ödülünü ise Kemal Kocatürk ve Sırrı Topraktepe almış.
         İzleyin ve izlettirin derim.


Sevgili Arsız Ölüm

Latife Tekin'in ilk kitabı olan Sevgili Arsız Ölüm 1983 yılında yayınlanmış. Yayınlandığı yıl da edebiyat dünyasında büyük ses getirmiş.Kitabı okuduğumda neden büyük ses getirdiğini anladım. Muhteşem bir kitap. Masalsı şiirsel okumaya doyamadığım bittiğinde ise üzüldüğüm bir kitap. Romanın birinci bölümü köyde geçiyor. Tam anlamıyla bir köy romanı. Romanın baş kahramanlarından biri olan Huvat'ın Atiye'yle evlenmesi olayların başlamasına neden oluyor. Aslında romanda büyük olaylar yok küçük insanların küçük serüvenleri var. Küçük şeylerle örülü büyük bir roman da diyebiliriz.
            Atiye'nin Huvat'la evlenmesinden hemen sonra Atiye köy hayatına alışır ve nice köylü kadına taş çıkaracak şekilde ekmek yapmayı, süt sağmayı hayvan otlatmayı kısacası bilumum köy işlerini yapmayı öğrenir ve diğer köylü kadınları gibi habire doğurur. Çocukları Halit, Seyit, Nuğber, Mahmut ve Dirmit dünyaya gelirler. Çocuklar büyüdükçe dertleri de büyür ve Atiye'nin sırtındaki yük sürekli artar artar artar...Huvat ise sürekli şehire gidip çalışan Atiye sıkıştığı zaman köye gelen bir kocadır. Oğulları büyüyünce onları da şehire yanına alarak birlikte çalışmaya başlarlar. Fakat gel zaman git zaman geçim sıkıntısı artınca Huvat köydeki ailesini yanına getirmeye karar verir. Köyde ne var ne yok hepsi satılarak şehire yerleşirler. Böylece kitabın ikinci bölümü de başlamış olur.
          Bütün kitabı anlatıyorsun, diyebilirsiniz. Ama emin olun hiçbir şey anlatmıyorum. Benim verdiğim sadece ana konu. Bir de bunu Latife Tekin'den okuyun nasıl büyülü bir atmosferle anlatmış... Okurken anlattığı köye gidiyorsunuz, Huvat'ı Atiye'yi tanıyorsunuz onlarla korkup onlarla üzülüyorsunuz. Hatta öyle ki Dirmit'in cinli olduğuna dahi inanıyorsunuz, hamur tahtalarına atılan çentiklerden korkuyorsunuz. Sevgili Arsız Ölüm'ü bir cümleyle anlatmak istersem; Huvat'la Atiye'nin cinli perili büyülü dünyası diyebilirim.
           Kitabın ismi ise mükemmel olmuş bence. Böyle bir ailede ölüm, hem sevgili hem de arsız olur.

Sinan Süleymaniye'de

        2013-2014 sezonundan yeni bir oyun daha. Geçen ay izledim ve özellikle dekoruna hayran kaldım. Mimar Sinan'ın Süleymaniye'yi yaparken yaşadığı sıkıntıları ve stresi anlatan bir oyun. Oyunun ilk sahnelerinde dekor üç büyük iskeleden oluşan bir inşaat dekoru. Oyun ilerdekiçe iskleler yok oluyor ve yevaş yavaş Süleymaniye arkada belirmeye başlyor. Sahne geçişlerin de Sinan'ı konu alan şarkılar yer alıyor. Süleymaniye'nin yapımı sırasında Şeyhülislam başta olmak üzere herkes bu yapının zamanında yetişmeyeceğini düşünüyor bu da başta Sinan olmak üzere yapıda çalışan herkesi sıkıntıya sokuyor. Bana kalırsa Nakkaş pek sıkılmıyor o gayet kendinden emin. Sinan'ın Hocası'yla kurmuş olduğu diyalog -seyirci için- içinde pek çok sır barındırıyor fakat bu sırrı Sinan hemen anlıyor ve daha bir sabırla yaptığı işe sarılıyor. Sonunda zamanında eserini yetiştirebiliyor. Oyunda beni en çok etkileyen sahnelerden biri Nakkaş ve Şeyhülislam arasında geçen diyalog oldu. Nakkaş Bektaşi kültürüyle yetişmiş bir kişi Şeyhülislam'ın yobazlığı karşısında eğilmiyor ve padişahın huzurunda dahi olsa düşüncelerinden ve inancından taviz vermiyor. Gerçekten etkileyci bir sahneydi.
         Oyunun yazarı Cem Günen yönetmeni ise Mahmut Gökgöz. Bir perdelik bir saat onbeş dakika süren bir oyun.
          Oyunu izledikten sonra eve geldim ve internette oyunla ilgili yorumları okudum. Açıkcası şaşırdım. Bazı sitelerde gerek kostümler gerekse Sinan'ın kullandığı pergel çok acımasızca eleştirilmiş. Kostümlerin çok eski ve inandırıcı olmadığı yazılmış. Bu düşüncelere ben pek katılamayacağım. Çünkü izlerken dekor kadar kostümlerde hoşuma gitmişti.
         Son olarak koroda yer alan bazı kişilerin -tam olarak kim olduklarını tesbit edemedim- sesleri muhteşemdi. Devlet Opera ve Balesi'nden mi geldiler diye düşündüm. Koro sahne geçişlerinde çok güzel bir renk kattı oyuna çünkü  sesler gerçekten çok iyiydi.
        Sonuç olarak güzel bir oyun olduğunu düşünüyorum ve izlemeyenlere de tavsiye ediyorum.

6 Şubat 2014 Perşembe

İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı

        Bu sezon (2013-2014) İstanbul Devlet Tiyatroları'nda oynamaya başlayan yeni oyunlardan biri. Ali Cüneyd Kılcıoğlu tarafından yazılan, Elif Erdal tarafından yönetilen ve Berkay Tulumbacı tarafından oynanan tek kişilik harika bir oyun. Tek kişilik bir oyun ama sahnede çok kişi var. Berkay Tulumbacı'nın çok kişiye dönüşebilmesi ve bunu çok akıcı bir şekilde yansıtabilmesi gerçekten hayranlık uyandırıcı bir yetenek diye düşünüyorum.
         Bu arada dekor da çok ilgimi çekti. Hatta oyun başlamadan baya önce koltuğuma oturduğum için dekoru  inceleme fırsatım oldu. O ne? Kelebek kanadı mı? Kanadın üzerinde o kravat, o atkı ayakkabılar ne alaka? falan derken oyun başladığında bir çoğunun cevabını almış oldum. Cevabını alamadığım nesneler ise dekorun bir parçası olarak kaldı. Tavsiyem dekoru mutlaka inceleyin. Kelebek kanadı ben de Kelebek Etkisi filmini çağrıştırdı. Ama tabiki filmle bir alakası yoktu. Fakat oyundaki kişinin yaşadıklarının bir kelebek etkisi mutlaka vardı.Oyunun konusu ise bu ülkede yaşayanlar için çok ama çok tanıdık bir olay. Oyunun tanıtım bülteninde ki yazıyı aynen aktarıyorum : "Bir Cumhurbaşkanı, Başbakan’ın kafasına anayasa fırlatırsa, tesadüf bu ya, siz de o gün askerden dönmüş bir üniversite mezunu olarak iş aramaya başlasanız nasıl bir sürecin içinde bulurdunuz kendinizi? Güzide memleketimizin insan kaynakları uzmanlarının “modern metotlarla” hazırladığı başvuru-eleme-cevap bekleme badirelerini aşmaya çalışmak bir yandan, eşe dosta, aileye karşı işsiz konumunda olmak öte yandan, kendi başvuru kriterlerinizi tabana vurdurmak ters kroşeden gelirken nasıl olur da sağlıklı, ilkeli, tuttuğunu koparan bir vatan evladı olarak kalırsınız? Ya da kalabilir misiniz? Durum bu kadar tuhafken doğal olarak yaşananlar da absürd olacaktır. Hem keyifli, hem de canınızı yakacak bir kara komedi."
            Ben oyunu Küçük Sahne'de izledim, oyun şubat ayı boyunca Cevahir sahnesinde oynayacakmış. Size tavsiyem bu oyunu mutlaka izleyin. Bana kalırsa bu yıl pek çok tiyatro ödülünü alacak bir oyun.
            Son olarak da Küçük Sahne hakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Gerçi pek olumlu şeyler olmayacak ama sahneyi olumlu yönde değiştirir belki. Neyse. Koltuklar fena halde gıcırdıyor öyle ki hareket etmeye korkuyorsunuz. Daracık koltuklar da oturuyorsunuz; eğer erken giderseniz kesinlikle ayağa kalkıp diğer insanların geçmesine yardımcı olmanız gerekiyor eğer kalkmazsanız üzerinizden atlamak zorunda kalıryorlar. Düşünün o kadar dar koltuklar yani. Son sözüm de orada çalışan kişilere yönelik olsun : Lütfen gülümseyin, yer gösterirken gülümseyin, uyarırken gülümseyin. Ne iş yaparsanız yapın ama gülümseyerek yapın. 
        

Benim Adım Khan

Benim Adım Khan filmi 2010 yılında vizyona giren bir filmmiş. Fakat benim bu filmi duymam ve izlemem 2014 yılının ocak ayında oldu. Bugüne kadar izlediğim filmler için de üst sıraları zorlayan bir film oldu. Çok iyi bir film diyeceğim ama "çok iyi" sözü az kalacak. Hem psikolojik hem de sosyal bir derinliğe sahip bu film. Filmin baş kahramanı olan Khan Asberger sendromu olan Otistik bir kişidir. Annesinin ölümünden sonra Hindistan'dan ayrılarak kardeşinin yanına Amerkia'ya gider. Burada Hint'li bir kadınla evlenir. Derken 11 eylül saldırıları olur ve Khan'ın hayatı, Amerika'da yaşayan diğer müslümanlar gibi, zorlaşır. Filme damga vuran ve film boyunca sürekli tekrarlanan sözün sahibi olur Khan: "Benim adım Khan ve ben terörist değilim." Amacı bu sözü Amerkia Birleşik Devletleri Başkanına da söylemektir. Filmde asıl verilmek istenen mesaj ise insanların ikiye ayrıldığı mesajı, bu da; iyi insanlar ve kötü insanlar. İnsanlar dini, dili, ırkı ne olursa olsun ikiye ayrılır iyi ve kötü. Konu güzel, oyunculuk güzel, senaryo güzel kısacası mutlaka izlemeniz gereken bir film.