Bu yıl Dünya Felsefe Günü'nün etkinlik konusu "Bilim Felsefesi ve Yapay Zeka". Bir yandan öğrencilere duyuruyorum bir yandan da bu konuyla ilgili yazıları okuyup filmleri izliyorum.
Evrim filmini de öğrencilerimden birinin ( sevgili Öyküm'ün) tavsiyesiyle izledim. Öğretmenlik böyle bir şey işte; öğrettiğin kadar öğrencilerinden de öğrenirsin...
Film 2014 yapımı bir bilim kurgu. Konusu ise yapay zeka. Gerilim filmi olmasına rağmen filmi izlerken gerilmekten çok korktum. Çünkü anlatılanlar çok rahat gerçekleşebilir gibi geldi bana.
Film; bir bilim adamı ve eşinin yapay zeka üzerine çalışmalarıyla başlıyor. Bu çalışmalardan rahatsız olan bir grup insan vardır ( ben önce bunları bir terör grubu zannettim ama filmin sonunda işin rengi çok değişti ). Bu insanlar bilim adamına suikast düzenler ve onu zehirli bir mermiyle vururlar. Mermi sıyırmıştır ama ne yazık ki zehir vücuduna karışmıştır. Bir kaç haftalık bir ömrü kalmıştır. İşte olaylar bundan sonra farklı bir boyut alır.
Bilim adamının beynini bilgisayara yüklerler. Artık yapay zeka bizim bilim adamımızın zekasıdır. Bilim adamı öldükten sonra karısı bu zekayla internet üzerinden bağlantıya geçer. Yapay zekanın dediği her şeyi uygulamaya başlar. Karısı haricinde diğerleri bu zekanın bilim adamına mı yoksa başka bir şeye mi ait olduğunu bilemezler. Karısı ise filmin sonuna kadar yüzde yüz emindir, yapay zeka kocasıdır. Derken kocası ölen, yaralanan ne kadar kişi varsa kendi yazılımını bu kişilere yükler ve adeta kendine bir ordu kurmaya başlar. Karısının ilk rahatsızlığı ve güvensizliği ise bu dönemde başlar. Bilim adamımız bir yandan bilgisayarda insan dokusu ve organları oluşturmaktadır ( önce burada ne yapmaya çalıştığını anlamadım). Filmin sonunda yapay zeka olan bilim adamımız insan doku ve organlarıyla kendi vücudunu bilgisayarda oluşturur ve adeta yeniden canlanır ( bu sahneleri izlerken tüylerim diken diken oldu).
Polis teşkilatı ve benim terör örgütü zannettiğim kişiler bu sistemi ve bilim adamını ortadan kaldırmaya çalışırlar. Bu süreçte karısından destek almaya çalışırlar. Ne yazık ki karısı filmin sonuna kadar gerçeğin farkında değildir ve kocası hızla bütün dünyaya hakim olmaya başlamıştır. Filmin sonunda bütün dünyanın elektriği kesilerek son nokta koyulmuş oluyor.
Filmin konusu ağır ilerlediği için arada sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Ama genel anlamda film güzeldi ve izlenmeye değerdi.
14 Ekim 2017 Cumartesi
9 Ekim 2017 Pazartesi
Galiz Kahraman
İhsan Oktay Anar, diliyle, büyülü hikayeleriyle, esprili kahramanlarıyla gönlümü fethetmiş bir yazardır. Tüm kitaplarını okudum ve hepsini de çok sevdim.
Hikayeler genelde eski İstanbul'da geçiyor. Galiz Kahraman'da ise hikaye günümüz İstanbul'unda geçiyor. Olaylar günümüzde geçse de hikayelerinde ki büyülü atmosfer devam ediyor.
Galiz, TDK'da kaba çirkin ağıza alınamayacak çirkin söz diye geçiyor. Nitekim kahramanımız da aynen böyle bir insan. Kaba, çirkin, hırsız, kendini bir halt zanneden açgözlünün tekidir.
Bundan dolayı bir anti kahramandır aslında. Adı da İdris Amil Efendi'dir. Çevresindeki herkesi çıkarları doğrultusunda seçer ve işi düştükçe o insanlarla görüşür.
Kitapta en sevdiğim kahraman ise Efgan Bakara oldu. Sık sık İdris Amil Efendi'nin alaylarına konu olsa da en sağlam karaktere sahip olan kahraman, Efgan Bakara'dır. Edebiyatla ilgilenip yazar olmak isteyen İdris Amil Efendi yazarlık kursunda Efgan Bakara'yla tanışır. Efgan Bakara bu kursa bilimsel araştırmalarıyla ilgili bir kitap yazmak için katılmış, İdris Amil Efendi ise popüler olup kadınların gönlüne girebilmek için katılmıştır. Aslında İdris Amil Efendi her işe nasıl kadın tavlarım diye giriyor. Yazarlıktan hırsızlığa kadar denemediği yol da kalmıyor. Başına da türlü türlü işler getiriyor.
Aslen Kasımpaşa'lı olan İdris Amil Efendi Üsküdar'lı bir kabadayının kız kardeşiyle evlenmek zorunda kalıyor. Kadınla hiç birlikte olmamasına rağmen zenci bir oğlu olur. Kadın çocuğu gönderdiğinde ise korkusundan "bu benim çocuğum değil" bile diyemez. Hem düzenbaz hem de korkak bir anti kahramandır.
Kitapta pek çok Osmanlıca deyim ve sözcükler var. Bu kelimeleri bilmeseniz dahi cümlenin akışına göre rahatça anlayabiliyor ve okuyabiliyorsunuz. Çok takılırsanız sözlük kullanabilirsiniz. Nitekim zaman zaman ben de sözlüğe baktım. Bu yazarı okumadıysanız, çok şey kaybediyorsunuzdur: Mutlaka bir kitabını okuyun derim.
Hikayeler genelde eski İstanbul'da geçiyor. Galiz Kahraman'da ise hikaye günümüz İstanbul'unda geçiyor. Olaylar günümüzde geçse de hikayelerinde ki büyülü atmosfer devam ediyor.
Galiz, TDK'da kaba çirkin ağıza alınamayacak çirkin söz diye geçiyor. Nitekim kahramanımız da aynen böyle bir insan. Kaba, çirkin, hırsız, kendini bir halt zanneden açgözlünün tekidir.
Bundan dolayı bir anti kahramandır aslında. Adı da İdris Amil Efendi'dir. Çevresindeki herkesi çıkarları doğrultusunda seçer ve işi düştükçe o insanlarla görüşür.
Kitapta en sevdiğim kahraman ise Efgan Bakara oldu. Sık sık İdris Amil Efendi'nin alaylarına konu olsa da en sağlam karaktere sahip olan kahraman, Efgan Bakara'dır. Edebiyatla ilgilenip yazar olmak isteyen İdris Amil Efendi yazarlık kursunda Efgan Bakara'yla tanışır. Efgan Bakara bu kursa bilimsel araştırmalarıyla ilgili bir kitap yazmak için katılmış, İdris Amil Efendi ise popüler olup kadınların gönlüne girebilmek için katılmıştır. Aslında İdris Amil Efendi her işe nasıl kadın tavlarım diye giriyor. Yazarlıktan hırsızlığa kadar denemediği yol da kalmıyor. Başına da türlü türlü işler getiriyor.
Aslen Kasımpaşa'lı olan İdris Amil Efendi Üsküdar'lı bir kabadayının kız kardeşiyle evlenmek zorunda kalıyor. Kadınla hiç birlikte olmamasına rağmen zenci bir oğlu olur. Kadın çocuğu gönderdiğinde ise korkusundan "bu benim çocuğum değil" bile diyemez. Hem düzenbaz hem de korkak bir anti kahramandır.
Kitapta pek çok Osmanlıca deyim ve sözcükler var. Bu kelimeleri bilmeseniz dahi cümlenin akışına göre rahatça anlayabiliyor ve okuyabiliyorsunuz. Çok takılırsanız sözlük kullanabilirsiniz. Nitekim zaman zaman ben de sözlüğe baktım. Bu yazarı okumadıysanız, çok şey kaybediyorsunuzdur: Mutlaka bir kitabını okuyun derim.
8 Ekim 2017 Pazar
12 Öfkeli Adam
Kendime düzenlediğim film festivalinde izlediğim üçüncü film 12 Öfkeli Adam'dı. 1957 yılı ABD yapımı, siyah beyaz bir film. Siyah beyaz olması ayrıca hoşuma gitti.
Aslında bir tiyatro oyunuymuş, sonradan sinemaya uyarlanmış. Sidney Lumet'in yönetmenliğini yaptığı filmin yazarı ve senaristi, Reginald Rose'muş. Başrolünde Henry Fonda var.
Filmin konusuna gelirsek; filmimiz, babasını öldürdüğü düşünülen küçük bir çocuğun yargılanmasıyla başlar. Çocuk göçmendir ( tam nereli olduğunu anlayamadım, bazı internet sitelerinde Latin Amerikalı olduğu söyleniyor), bütün deliller ise aleyhinedir. 12 jüri sanığın suçlu olduğu konusunda oy birliği içinde olursa çocuk idama mahkum edilecektir. Jüriye görüşmeleri için zaman tanınır ve onları, konuşacakları bir odaya kapatırlar.
Filmin bundan sonraki kısmı o odada geçmektedir. Yapılan oylamada bir kişi hariç herkes çocuğun suçlu olduğunu düşünmektedir. Davis ( Henry Fonda) aslında çocuğun suçuz olduğunu da bilmediğini söyler. Israrla söylediği tek şey delillerin yeterli olmadığıdır. Gerçekten de savunma üstüne düşen görevi tam anlamıyla yapmamıştır.
Sonrasında gerçekleşen tartışmalarda jüri üyelerinin bu kararının altında kendi kişisel görüş ve önyargılarının olduğu anlaşılır. Mesela içlerinden biri, göçmenlerden nefret etmektedir, bir diğeri göçmenleri aciz kendilerini ise üstün görür, bir diğeri de kendi çocuğuyla kuramadığı ilişkiden dolayı hep oğulları suçlamaktadır, babalar hep suçsuzdur. Bazı jüri üyelerinde ise sürü psikolojisi vardır; çoğunluk suçlu dediği için çocuğu suçlu bulmuştur.
Yapılan tartışmalar sonucunda çocuğun suçsuz olduğunu düşünen jüri üyelerinin sayısı artmış ve son oylamada ise 12 jürinin 12'si de "suçsuz" demiştir.
Filmde müthiş bir sorgulama var. Felsefe öğretmeni olduğum için en çok bu sorgulamaları sevdim.
Bu yıl İstanbul Şehir Tiyatroları'nda da bu oyun sahneleniyormuş. Fırsat bulursam mutlaka gidip izleyeceğim.
Aslında bir tiyatro oyunuymuş, sonradan sinemaya uyarlanmış. Sidney Lumet'in yönetmenliğini yaptığı filmin yazarı ve senaristi, Reginald Rose'muş. Başrolünde Henry Fonda var.
Filmin konusuna gelirsek; filmimiz, babasını öldürdüğü düşünülen küçük bir çocuğun yargılanmasıyla başlar. Çocuk göçmendir ( tam nereli olduğunu anlayamadım, bazı internet sitelerinde Latin Amerikalı olduğu söyleniyor), bütün deliller ise aleyhinedir. 12 jüri sanığın suçlu olduğu konusunda oy birliği içinde olursa çocuk idama mahkum edilecektir. Jüriye görüşmeleri için zaman tanınır ve onları, konuşacakları bir odaya kapatırlar.
Filmin bundan sonraki kısmı o odada geçmektedir. Yapılan oylamada bir kişi hariç herkes çocuğun suçlu olduğunu düşünmektedir. Davis ( Henry Fonda) aslında çocuğun suçuz olduğunu da bilmediğini söyler. Israrla söylediği tek şey delillerin yeterli olmadığıdır. Gerçekten de savunma üstüne düşen görevi tam anlamıyla yapmamıştır.
Sonrasında gerçekleşen tartışmalarda jüri üyelerinin bu kararının altında kendi kişisel görüş ve önyargılarının olduğu anlaşılır. Mesela içlerinden biri, göçmenlerden nefret etmektedir, bir diğeri göçmenleri aciz kendilerini ise üstün görür, bir diğeri de kendi çocuğuyla kuramadığı ilişkiden dolayı hep oğulları suçlamaktadır, babalar hep suçsuzdur. Bazı jüri üyelerinde ise sürü psikolojisi vardır; çoğunluk suçlu dediği için çocuğu suçlu bulmuştur.
Yapılan tartışmalar sonucunda çocuğun suçsuz olduğunu düşünen jüri üyelerinin sayısı artmış ve son oylamada ise 12 jürinin 12'si de "suçsuz" demiştir.
Filmde müthiş bir sorgulama var. Felsefe öğretmeni olduğum için en çok bu sorgulamaları sevdim.
Bu yıl İstanbul Şehir Tiyatroları'nda da bu oyun sahneleniyormuş. Fırsat bulursam mutlaka gidip izleyeceğim.
7 Ekim 2017 Cumartesi
Palto
Dostoyevski " Hepimiz Gogol'in Palto'sundan çıktık." demiş. Bu sözü duyar duymaz bu kitabı mutlaka okumalıyım diyerek, sipariş vermiş ve almıştım. Sonra kitabı okuyamadan yazlıkta unutmuştum. Geçen yıl da yazlığa gidemediğim için kitabı okumak iki yıl sonrasına kalmıştı.
Yazın yazlığa gidince kitabı gördüm ve hemen okudum. Zaten incecik bir öykü kitabı ve tek bir öyküden oluşuyor. Öykümüzün adı da Palto. O kadar güzel, dokunaklı ve etkileyici bir hikaye ki eğer fırsat bulursanız mutlaka okuyun derim.
Öyküde kitabın kahramanı, kendi halinde, çekingen, utangaç ve son derece fakirdir. Bir paltosu vardır ve çok eskimiştir. Yenisini yaptırmak ise ona çok pahalıya gelir. Yemesinden içmesinden kısarak aylarca para biriktirir ve sonunda bir terziye yakası kürklü şık mı şık bir palto yaptırır. İş arkadaşları paltosunu çok beğenir. Kendisi de çok beğenmiştir, hatta öyle sevmiştir ki paltosunu sık sık askıda bakıp okşamaktadır. Bir akşam arkadaşlarının ısrarıyla bir partiye katılır. Üzerinde yepyeni paltosuyla gider. Gece yarısına kadar kalır orada. Dönüşte de o korkunç olay olur. Bir kaç kişi saldırır kahramanımıza, zaten parası olmayan adamımızın tek değerli şeyi olan paltosunu alırlar. Ertesi gün karakola giderek saldırıya uğradığını söyler. Karakol amiri ise ona, deyim yerindeyse köpek muamelesi yapar ve kovar. Günlerce paltosuyla ilgili bir gelişmenin olmasını bekler. Fakat boşuna beklemektedir. En sonunda da kahrından ölür. Derken kahramanımızın hayaleti sokaklarda dolaşmaya başlar. Önce hırsızlardan intikamını alır, sonra daha karakolun amirinden. Böylece biter hikayemiz.
Tabi ben bir Gogol olmadığım için O'nun kadar güzel anlatamadım bu hikayeyi. Bu yüzden okuyun derim.
Palto kitabı Rus edebiyatının yapı taşı olan eserlerden biriymiş. Daha sonra gelen yazarlar bu eserden etkilenmişler. İşte bundan dolayı da Dostoyevski o meşhur sözünü söylemiş.
Yazın yazlığa gidince kitabı gördüm ve hemen okudum. Zaten incecik bir öykü kitabı ve tek bir öyküden oluşuyor. Öykümüzün adı da Palto. O kadar güzel, dokunaklı ve etkileyici bir hikaye ki eğer fırsat bulursanız mutlaka okuyun derim.
Öyküde kitabın kahramanı, kendi halinde, çekingen, utangaç ve son derece fakirdir. Bir paltosu vardır ve çok eskimiştir. Yenisini yaptırmak ise ona çok pahalıya gelir. Yemesinden içmesinden kısarak aylarca para biriktirir ve sonunda bir terziye yakası kürklü şık mı şık bir palto yaptırır. İş arkadaşları paltosunu çok beğenir. Kendisi de çok beğenmiştir, hatta öyle sevmiştir ki paltosunu sık sık askıda bakıp okşamaktadır. Bir akşam arkadaşlarının ısrarıyla bir partiye katılır. Üzerinde yepyeni paltosuyla gider. Gece yarısına kadar kalır orada. Dönüşte de o korkunç olay olur. Bir kaç kişi saldırır kahramanımıza, zaten parası olmayan adamımızın tek değerli şeyi olan paltosunu alırlar. Ertesi gün karakola giderek saldırıya uğradığını söyler. Karakol amiri ise ona, deyim yerindeyse köpek muamelesi yapar ve kovar. Günlerce paltosuyla ilgili bir gelişmenin olmasını bekler. Fakat boşuna beklemektedir. En sonunda da kahrından ölür. Derken kahramanımızın hayaleti sokaklarda dolaşmaya başlar. Önce hırsızlardan intikamını alır, sonra daha karakolun amirinden. Böylece biter hikayemiz.
Tabi ben bir Gogol olmadığım için O'nun kadar güzel anlatamadım bu hikayeyi. Bu yüzden okuyun derim.
Palto kitabı Rus edebiyatının yapı taşı olan eserlerden biriymiş. Daha sonra gelen yazarlar bu eserden etkilenmişler. İşte bundan dolayı da Dostoyevski o meşhur sözünü söylemiş.
6 Ekim 2017 Cuma
Amelie
Kendime düzenlediğim film festivalinde izlediğim filmlerden biri de Amelie oldu. İnsanda çok hoş duygular uyandıran romantik komedi tarzında bir film. Hani canınız sıtkınsa, kafanız bozuksa izleyeceğiniz türden. Bana çok ama çok iyi geldi.
Film 2001 Fransız yapımı. Fransızlarla dalga geçen, aşkı eğlenceli bir şekilde yansıtan bir film. Audrey Taotou'nun başrolünü oynadığı, yönetmenliğini Jean Pierre Jeunet'in yaptığı, filmin müziklerini ise Yann Tiesen bestelemiş. Müzikler harikaydı. Doğrusunu isterseniz bu filmi izlemeden önce sık sık müziklerini dinlerdim. Özellikle kitap okurken çok iyi oluyor tavsiye ederim.
Filmin konusunu ise bir sinema sitesinden kopyala yapıştır yapmak istiyorum.
Film 2001 Fransız yapımı. Fransızlarla dalga geçen, aşkı eğlenceli bir şekilde yansıtan bir film. Audrey Taotou'nun başrolünü oynadığı, yönetmenliğini Jean Pierre Jeunet'in yaptığı, filmin müziklerini ise Yann Tiesen bestelemiş. Müzikler harikaydı. Doğrusunu isterseniz bu filmi izlemeden önce sık sık müziklerini dinlerdim. Özellikle kitap okurken çok iyi oluyor tavsiye ederim.
Filmin konusunu ise bir sinema sitesinden kopyala yapıştır yapmak istiyorum.
"Paris'te garsonluk yaparak, kendine özgü bir dünyada yaşayan saf, çekingen ve masum bir kızdır Amelie. Annesinin beklenmedik ölümü, babasının soğuk tavırları ve yaşadığı travmalar sonucu, sevimli ve boş şeylerle uğraşarak kendisine eğlence yaratmaya çalışsa da aslında hayatı sıkıcı bulduğu için kendisini son derece yalnız hissetmektedir. Bu kısır döngü Amelie’nin evde bulduğu bir kutuyu ve onun aracılığıyla sahibini keşfetmesiyle birlikte bir anda bıçak gibi kesiliverir... Amelie aşık olmuştur."
Eğer siz de benim gibi bu filmi izlemediyseniz. Mutlaka izleyin. Eminim, çok seveceksiniz.
5 Ekim 2017 Perşembe
Sonsuzluğa Nokta
Haziran ayında Haydarpaşa Garı Kitap Fuarı'nda aldığım kitaplardan biriydi. Hasan Ali Toptaş'la da karşılaşmış ayak üstü de olsa sohbet etme imkanı bulabilmiştim. Hem mütevazi hem de dolu dolu bir yazar. Fırsat bulursanız mutlaka kitaplarını okuyun derim.
Sonsuzluğa Nokta'yı okurken ister istemez Kuşlar Yasına Gider kitabıyla karşılaştırma yaptım. Çünkü kitap kahramanları birbirine benziyordu. Her iki kitapta da kahramanın babasının minibüsü var ve her ikisinde de babanın ciddi bir araba düşkünlüğü var. Kuşlar Yasına Gider'de baba çocuklarına karşı anlayışlı fakat Sonsuzluğa Nokta'da ise durum tam tersi.
Kitabın ana kahramanı bir trafik kazası geçirir ve yatağa bağımlı olur. Bu arada tüm hayatını gözden geçirmeye başlar. Bir yandan çocukluğunda yaşadıklarını düşünürken bir yandan da karısının onu ne zaman terk edeceğini düşünür. Ne kadar severek evlenseler de karısının bu duruma daha fazla katlanamayacağını düşünür. Çocukluğunda ki en önemli iz ise babasıdır. Babasının minibüsünde muavinlik yaparken onun kişiliğinin altında nasıl ezildiğini düşünür. Özellikle çocukluk anılarının, yazarın hayatından kesitler taşıdığını düşünüyorum.
Kitabın dili son derece sade ve akıcı. Yazarın diğer kitaplarını okumadıysanız Kuşlar Yasına Gider kitabından başlamanızı tavsiye ederim. Okuduklarım içerisinde en sevdiğim kitap ise "Heba" oldu.
Sonsuzluğa Nokta'yı okurken ister istemez Kuşlar Yasına Gider kitabıyla karşılaştırma yaptım. Çünkü kitap kahramanları birbirine benziyordu. Her iki kitapta da kahramanın babasının minibüsü var ve her ikisinde de babanın ciddi bir araba düşkünlüğü var. Kuşlar Yasına Gider'de baba çocuklarına karşı anlayışlı fakat Sonsuzluğa Nokta'da ise durum tam tersi.
Kitabın ana kahramanı bir trafik kazası geçirir ve yatağa bağımlı olur. Bu arada tüm hayatını gözden geçirmeye başlar. Bir yandan çocukluğunda yaşadıklarını düşünürken bir yandan da karısının onu ne zaman terk edeceğini düşünür. Ne kadar severek evlenseler de karısının bu duruma daha fazla katlanamayacağını düşünür. Çocukluğunda ki en önemli iz ise babasıdır. Babasının minibüsünde muavinlik yaparken onun kişiliğinin altında nasıl ezildiğini düşünür. Özellikle çocukluk anılarının, yazarın hayatından kesitler taşıdığını düşünüyorum.
Kitabın dili son derece sade ve akıcı. Yazarın diğer kitaplarını okumadıysanız Kuşlar Yasına Gider kitabından başlamanızı tavsiye ederim. Okuduklarım içerisinde en sevdiğim kitap ise "Heba" oldu.
4 Ekim 2017 Çarşamba
Manifesto
Geçen hafta çarşamba günü Kadıköy'e gittim. İstanbul'un en çok sevdiğim yeri Kadıköy. Her gidişimde büyük keyif alıyorum. Tek problem tıklım tıklım dolu bir metroyla eve dönmek.
Kadıköy'e gitme nedenim; Başka Sinema'da Manşfesto filmini izlemekti. Ne yazık ki Moda Sahnesi'nde izledim, çünkü orada oynuyordu. Ne yazık ki dememin nedeni; Moda Sahnesi'nin sinema salonunu beğenmemem. Aşağıda, küçücük izbe bir salonu sinema salonu yapmışlar. Salon dolsa nefes alamam gibi geldiği için, her gittiğimde inşallah seyirci azdır duasıyla giriyorum filme. Neyse ki bu filmi de yedi kişiyle izledim.
Gelelim filme: Filmimiz İstanbul Film Festivali'nde en çok izlenen filmlerden biriymiş. Yönetmeni ve Senaristi aynı kişi; Julian Rosefeldt, başrol oyuncusu ise Cate Blanchett. Cate filmde tam on üç ayrı karakteri canlandırıyor. Ve hepsinde de muhteşem bir performans sergiliyor. Film, 2015 yılında vizyona girmiş ve Avustralya yapımıymış.
Film tam bir sanat filmi. Eğer sanat filmlerini sevmiyorsanız kesinlikle gitmeyin derim. Konusu ise tek kelimeyle sıra dışı diyebilirim: Sanatı eleştiren, tüm sanatçıları yerden yere vuran, buram buram Nihilizm kokan, anarşist bir bakış açısı taşımakla birlikte anarşizme de verip veriştiren bir film. Sanatın artık bambaşka bir kulvara girmesi gerektiğini, eski sanat eserlerini ve sanatçıları bir kenara bırakması gerektiğini söyleyen bir film.
Replikleri tam takip edebilirseniz bazı sözlerden ciddi rahatsız olabilirsiniz ( ben takip edemedim, ama ettiğim kadarıyla da "yok artık" ve "çok haklı" dediğim çok cümle oldu).
Kısaca bu film için şöyle diyebiliriz: Sanat hakkında ezber bozan ve sinema salonunda kafasında deli sorularla çıkan seyircilere neden olan film. Bence izlenmeye değer.
Kadıköy'e gitme nedenim; Başka Sinema'da Manşfesto filmini izlemekti. Ne yazık ki Moda Sahnesi'nde izledim, çünkü orada oynuyordu. Ne yazık ki dememin nedeni; Moda Sahnesi'nin sinema salonunu beğenmemem. Aşağıda, küçücük izbe bir salonu sinema salonu yapmışlar. Salon dolsa nefes alamam gibi geldiği için, her gittiğimde inşallah seyirci azdır duasıyla giriyorum filme. Neyse ki bu filmi de yedi kişiyle izledim.
Gelelim filme: Filmimiz İstanbul Film Festivali'nde en çok izlenen filmlerden biriymiş. Yönetmeni ve Senaristi aynı kişi; Julian Rosefeldt, başrol oyuncusu ise Cate Blanchett. Cate filmde tam on üç ayrı karakteri canlandırıyor. Ve hepsinde de muhteşem bir performans sergiliyor. Film, 2015 yılında vizyona girmiş ve Avustralya yapımıymış.
Film tam bir sanat filmi. Eğer sanat filmlerini sevmiyorsanız kesinlikle gitmeyin derim. Konusu ise tek kelimeyle sıra dışı diyebilirim: Sanatı eleştiren, tüm sanatçıları yerden yere vuran, buram buram Nihilizm kokan, anarşist bir bakış açısı taşımakla birlikte anarşizme de verip veriştiren bir film. Sanatın artık bambaşka bir kulvara girmesi gerektiğini, eski sanat eserlerini ve sanatçıları bir kenara bırakması gerektiğini söyleyen bir film.
Replikleri tam takip edebilirseniz bazı sözlerden ciddi rahatsız olabilirsiniz ( ben takip edemedim, ama ettiğim kadarıyla da "yok artık" ve "çok haklı" dediğim çok cümle oldu).
Kısaca bu film için şöyle diyebiliriz: Sanat hakkında ezber bozan ve sinema salonunda kafasında deli sorularla çıkan seyircilere neden olan film. Bence izlenmeye değer.
3 Ekim 2017 Salı
Aeden
Bu yaz okuduğum en etkileyici ve sürükleyici kitaplardan biri de Aeden'dı. Pek çok kişiye verdim kitabı hemen hemen herkes benim kadar sevdi ( yazlıktakilerden bahsediyorum). Popüler yazar ve kitaplara karşı bir önyargınız yoksa okuyun derim. Emin olun çok seveceksiniz. Ama önyargılıysanız okumayın. Çünkü önyargınızdan dolayı beğenmemek için mutlaka bir kulp bulacaksınız ( kendimden biliyorum ).
Azra Kohen'in tüm kitaplarını okudum. Büyük olasılıkla bundan sonra yazacağı kitapları da okuyacağım. Pi, Çi ve Fi beğendiğim kitaplardı. Ama Aeden hepsinden güzeldi. Azra Kohen'i, kendini tekrar etmeyen bir yazar olduğu için daha çok sevdim. Çünkü bu kitabı diğerinden ( Pi,Çi, Fi üçlemesinden) çok daha farklıydı.
Kitabın iki kahramanı Numi ve Sonje, Aeden gezegeninden Dünya'ya gelirler. Buradaki yaşam onları dehşete düşürür, çünkü geldikleri gezegende her canlının birbirine saygısı ve sevgisi vardır. Hepsi birbiriyle telepati yoluyla iletişim kurarlar. İnsanlar ise telepati kuramayan, diğer canlıları anlamayan hatta öldüren, sürekli olarak zehir soluyan ve zehirle beslenen ( şeker) canlılardır. Numi'nin ailesini bulmak için geldikleri Dünya'da mahsur kalırlar ve dönemezler. İşte bütün olaylar bundan sonra gelişir. Çünkü gerek Numi gerekse Sonje Dünya'daki bu iğrençliğe son vermeye çalışırlar. Tabi bunu yaparken başkalarının ve de sosyal medyanın ilgi odağı olurlar.
Kitabın sonunda Dünya'da kalmaya devam ettiklerini anlıyoruz. Bir de yazardan yeni kitapların haberini veren açıklamayı okuyoruz. Sanırım bu kitapta diğer üçleme gibi devamı gelecek bir kitap. Bu açıdan mutlu oldum çünkü kitabı severek ve nefes almadan okudum. Diğer kitabında da aynı tempoyu yakalarsa değmeyin keyfime.
Kitabın ana konusuna gelirsek; "doğayı koru, hayvanlara ve bitkilere özen göster onları diğer insansılardan koru". Numi ve Sonje'ye göre Dünya'da bir insanlar bir de insansılar var. İnsansılar her şeye zarar veriyor, insanlar ise bu zarara engel olmaya çalışıyor. Ama hem insanlar hem de insansılar telepati yeteneği olmadığı için evrimini tamamlayamamış olarak görüyorlar. Nitekim bu konuda ben de Numi ve Sonje'ye katılıyorum .Evet evrimimizi tamamlayamadık daha uzun yüzyıllarda tamamlayamayacağız ( çok mu karamsar oldum acaba?). "İnsansılar" sözünü de çok tuttum bu arada. Hakikaten Dünya insansılarla dolu. Dilerim, insansılar bir şekilde tarihe gömülür ve Dünya insanlarla dolu bir yer olur.
Sevgiler...
2 Ekim 2017 Pazartesi
Annemin Yarası
Bu hafta sonu hava çok kötü olunca evde kalıp kendime ufak çaplı bir film festivali düzenledim. Tabi ki bunları netten izledim. Çok da keyif aldım bu festival işini daha sık yapmaya karar verdim. Size de tavsiye ederim.
Cumartesi günü arkadaşlarımdan duyduğum fakat bir türlü izlemeye fırsat bulamadığım Annemin Yarası filmini izledim. Hem güzel hem dokunaklı hem de konusu müthiş etkileyiciydi. Siz de benim gibi izlemediyseniz mutlaka izleyin hatta izlettirin derim.
Filmde ilk dikkatimi çeken çekimler oldu. Mekanlar ve çekimler çok güzeldi. Oyunculuklar ise hakikaten harikaydı. Özellikle Ozan Güven ve Meryem Uzerli'ye bayıldım. Belçim Bilgin ve Okan Yalabık'ta iyiydi. Ama nedense diğer ikisi daha ağır bastı bende.
Filmin konusuna gelirsek eğer; Salih yetimhanede büyüyen ve ailesini aramaya çıkan bir çocuktur. Öğretmeninin verdiği adrese gider ve annesiyle tanışır. Fakat annesi onu hatırlamaz. Çünkü Salih, ülkedeki iç savaş sırasında tecavüz sonucu hamile kalan bir kadının oğludur. Annesi uzun yıllar tedavi görür ve yaşadığı her şeyi unutur, hatta bir oğlu olduğunu dahi hatırlamaz. Salih tüm bunları babaannesinden öğrenir. Tecavüz eden kişi ise Sırp komşuları Boris'tir. Babaanne torununa bu kişinin ismini söyler ve intikam almasını ister. Salih'te babasını aramaya başlar.
Ülkede o isimde pek çok kişi vardır tek tek onları bulur, kimi ölmüş kimi de tamamen felçlidir. Onları eleyerek geriye bir kaç kişi kalır. Adı Boris olan bir kişinin yanında işe girer. Onunla ilgili araştırma yapar ve o kişinin de babası olmadığını anlar. Ama bu defa yanılır. Yanında işe girdiği kişi filmin sonunda babası çıkar. Film acı bir sonla biter.
Bütün filmi anlattın nesini izleyeceğiz diyebilirsiniz? İnanın film anlattığımdan çok daha fazla şeyi içeriyor. Özellikle Salih'in annesine söylediği söz çok şey anlatıyor: " Ben annemin yarasıyım". Bir evladın söyleyebileceği en acı söz. Film de ismini buradan alıyor. Başta da söyledim yine söylüyorum: Bu filmi mutlaka izleyin.
Cumartesi günü arkadaşlarımdan duyduğum fakat bir türlü izlemeye fırsat bulamadığım Annemin Yarası filmini izledim. Hem güzel hem dokunaklı hem de konusu müthiş etkileyiciydi. Siz de benim gibi izlemediyseniz mutlaka izleyin hatta izlettirin derim.
Filmde ilk dikkatimi çeken çekimler oldu. Mekanlar ve çekimler çok güzeldi. Oyunculuklar ise hakikaten harikaydı. Özellikle Ozan Güven ve Meryem Uzerli'ye bayıldım. Belçim Bilgin ve Okan Yalabık'ta iyiydi. Ama nedense diğer ikisi daha ağır bastı bende.
Filmin konusuna gelirsek eğer; Salih yetimhanede büyüyen ve ailesini aramaya çıkan bir çocuktur. Öğretmeninin verdiği adrese gider ve annesiyle tanışır. Fakat annesi onu hatırlamaz. Çünkü Salih, ülkedeki iç savaş sırasında tecavüz sonucu hamile kalan bir kadının oğludur. Annesi uzun yıllar tedavi görür ve yaşadığı her şeyi unutur, hatta bir oğlu olduğunu dahi hatırlamaz. Salih tüm bunları babaannesinden öğrenir. Tecavüz eden kişi ise Sırp komşuları Boris'tir. Babaanne torununa bu kişinin ismini söyler ve intikam almasını ister. Salih'te babasını aramaya başlar.
Ülkede o isimde pek çok kişi vardır tek tek onları bulur, kimi ölmüş kimi de tamamen felçlidir. Onları eleyerek geriye bir kaç kişi kalır. Adı Boris olan bir kişinin yanında işe girer. Onunla ilgili araştırma yapar ve o kişinin de babası olmadığını anlar. Ama bu defa yanılır. Yanında işe girdiği kişi filmin sonunda babası çıkar. Film acı bir sonla biter.
Bütün filmi anlattın nesini izleyeceğiz diyebilirsiniz? İnanın film anlattığımdan çok daha fazla şeyi içeriyor. Özellikle Salih'in annesine söylediği söz çok şey anlatıyor: " Ben annemin yarasıyım". Bir evladın söyleyebileceği en acı söz. Film de ismini buradan alıyor. Başta da söyledim yine söylüyorum: Bu filmi mutlaka izleyin.
1 Ekim 2017 Pazar
Kırmızı Pelerinli Kent
Yaz tatilinde okuduğum kitaplardan biri de Aslı Erdoğan'ın Kırmızı Pelerinli Kent romanı oldu. Daha önce aynı yazarın iki kitabını daha okumuştum. Özellikle de Kabuk Adam'ı çok sevmiştim.
Aslı Erdoğan'ı her okuduğumda "kesinlikle şiir yazmalı" diye düşünmüşümdür. Nitekim bu kitabı okurken de yine aynı düşünceyle okudum. Kitaplarında şiirsel bir dil kullanıyor ve bu da benim çok hoşuma gidiyor. Hoşuma gitmeyen tek şey ise yoğun bir karamsarlık ve depresif bir ruh halinin de satırlara yansıması. Bu nedenle Aslı Erdoğan'ı ne zaman okusam benim de enerjim düşer ve karamsarlaşırım. Bu benden de kaynaklanıyor olabilir, okurken ciddi ciddi kendimi kaptırıyorum. Hatta şöyle diyebilirim kitabı okurken o kitaptaki kahraman ben oluyorum ve adeta olayları ben yaşıyorum. Yazar beni istemediğim bir tavır içine sokunca da hem kitaptan hem de yazardan soğuyorum.
Kitabın konusu Rio'da yaşayan bir Türk kızı. Yazar, Rio'nun (tabiri yerindeyse) arka sokaklarında yaşanan bütün kötü olayları ve kişilerini gözler önüne serer. Okuyunca insanlar böyle bir kentte neden yaşarlar diye düşünüyorum. Hadi o insanların ülkesi şehri burası olabilir peki bir Türk ya da göçmen neden böyle bir kentte yaşamayı seçer ( yazara ister istemez kızıyorum burada). Üstelik kelle koltukta bir yaşama biçimi. Her an biri sizi bir hiç uğruna öldürebilir. Nitekim kitabın sonunda kızımız da bir hiç uğruna öldürülüyor.
Annesi defalarca arar, gelmesini ister fakat reddeder annesini. Çünkü bu şehir onu edebi anlamda beslemektedir. Burada yaşadıklarını kitabına yansıtacaktır. Ne yazık ki kahramanımız kitabını yazamadan öldürülür.
Her kitap yazarının yaşantısından alıntılar taşırmış. Muhtemelen yazarımız Rio'da bunları gördü ve yaşadı. Nitekim kitabı da Rio'da sokakta öldürülen bir arkadaşına ithaf etmiş.
Aslı Erdoğan'ın kaleminin şiirselliğini seviyorum. Ama yarattığı kasvet duygusunu sevmiyorum. Bu yüzden kitabı okuyup okumama kısmını sizlere bırakıyorum.
30 Eylül 2017 Cumartesi
Annem Hakkında Her Şey
Eylül ayında hem okulu açtım hem de kendi adıma Başka Sinema'nın perdesini açtım. Aslında tüm yaz, filmler devam etti. Ama ben, Çanakkale'ye gidince doğal olarak sezon arası vermek durumunda kaldım.
Okulun açıldığı ilk hafta çarşamba günü Kadıköy Rexx sinemasında, Pedro Almadovar'ın Annem Hakkında Her şey adlı filmini izledim. Son derece sıra dışı bir filmdi.
Film, 2000 yılının mayıs ayında vizyona girmiş. İspanya ve Fransa ortak yapımıymış. Bu filmi Almadovar kadınlara ve annelere ithaf etmiş. Filmde kadınlar ve onların hayat mücadelesi anlatılıyor.
Filmde Manuela'nın oğlu Esteban'ı bir trafik kazasında kaybetmesiyle olaylar başlar. Çocuğunun tüm organlarını bağışlar, bu dönemde de uzun bir yas sürecine girer. Oğlunun günlüğünü okurken bir yandan da yıllardır görmediği, oğlunun babasının yanına gider. Amacı oğlunun öldüğünü haber vermektir ( film ilerledikçe adamın bir oğlu olduğunu dahi bilmediğini öğreniyoruz).
Gittiği kentte eski kocasının arkadaşıyla karşılaşır. Bu kişi seks işçiliği yapan bir travestidir. Filmin en ilginç kısmını burada öğreniriz; aslında Manuela'nın eski kocası da cinsiyet değiştirmiş ve travesti olmuştur. Neyse eski kocası ( ismini hatırlamadığım için habire eski kocası demek zorunda kalıyorum) bir rahibeyle ilişki yaşamış ve onu hamile bırakmıştır. Manuela tesadüfen rahibeyle tanışır ve hamileliği boyunca O'na destek olur. Rahibe yüksek tansiyon hastasıdır bu nedenle hamileliği risk taşımaktadır. Daha da beteri Hiv virüsü taşımaktadır. Nitekim doğumdan sonra ölür ve rahibenin bebeğini Manuela alarak büyütür.
Çok kısa ve sıradan bir anlatım oldu. Emin olun film benim anlattığımdan çok daha ilgi çekiciydi. En hoşuma giden şey kadınların hepsinin hem çok güçsüz hem de çok güçlü olduklarını çok güzel anlatmış.
21 Eylül 2017 Perşembe
Sputnik Sevgilim
Bu yaz okuduğum kitaplardan biri de Japon yazar Haruki Murakami'ye ait olan Sputnik Sevgilim'di.
Bu kitabı okuduktan sonra bu yazara ait olan kitapları okumama kararı aldım. Daha önce de yazmıştım Sahilde Kafka gerçekten güzeldi. Ama pek çok şey yarım kaldığı için kitap beni doyurmamıştı. Bu yazarın böyle bir yönü var; en can alıcı noktaları yazmıyor ve tamamen okuyucunun hayal gücüne bırakıyor. Bence en bırakılmaması gereken noktaları bırakıyor. Çünkü okurken asıl merak ettiğiniz ve "acaba yazar bu durumu nasıl açıklayacak?" dediğiniz her şey cevapsız kalıyor. Bunu şu ana kadar okuduğum her kitapta yaptı. Bu yüzden ne zaman Murakami'nin kitabını okusam sanki kitabın yarısını okumuşum gibi bir hisse kapılıyorum.
Allah'tan yazarımız Sputnik'in ne anlama geldiğini yazmış ( hani bunu da okuyucunun hayal gücüne bırakabilirdi). Sputnik, Sovyetler Birliği'nin uzaya gönderdiği ilk yapay uyduymuş. Daha sonra Sputnik 2'yi gönderiyor bunun içine de Laika adını verdikleri bir köpek koyuyorlar. Uydu geri dönmüyor ve Laika'da bilim kurbanı olan ilk canlı oluyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında Sputnik'i "yol arkadaşı" anlamında kullanıyor.
Gelelim kitabın konusuna: Kitapta üç ana kahraman var: Sumire, Myo ve kitabın anlatıcısı ( ismini unuttum). Kitabın anlatıcısı bir erkek ve Sumire'ye aşık. Sumire ise bir kadına yani Myo'ya aşık. Anlayacağınız Sumire eşcinsel. Myo'yla Sumire önce iş gezisine çıkarlar oradan da Yunan adalarına tatile giderler. İşte bütün karmaşık olaylar burada başlar. Sumire bir anda ortadan kaybolur ve sırra kadem basar. Kendisinden bir daha haber alınamaz. Kitabın sonunda da birden bire ortaya çıkar. Nereye gittiğini neden kaybolduğunu merak ederseniz, hayal gücünüzü kullanın derim. Çünkü yazar bu sorulara cevap vermiyor.
Bir de Myo'nun yaşadığı çok enteresan ve travmatik bir olay vardır. Böyle paralel evren gibi bir şey yaşıyor: Bir lunaparkta dönme dolapta mahsur kalan Myo, elinde dürbünüyle kendi evini izlerken kendisini bir erkekle sevişirken görüyor. O sırada şok oluyor, panik yapıyor ve fenalaşıyor. Çünkü aynı anda iki yerde birden bulunmaktadır. Bu nasıl oluyor? diye sorarsanız cevabım "bilmiyorum" olacaktır. Çünkü yazar bu durumu da size bırakıyor.
Kitapla ilgili yorumlarım bunlar. Okuyup okumamak size kalmış. Bu arada yazarın çok seveni ve okuyanı var ( ben hariç). Demek ki neymiş benim hayal gücüm Murakami'nin okurları kadar güçlü değilmiş. Siz yine de okuyun isterseniz.
Bu kitabı okuduktan sonra bu yazara ait olan kitapları okumama kararı aldım. Daha önce de yazmıştım Sahilde Kafka gerçekten güzeldi. Ama pek çok şey yarım kaldığı için kitap beni doyurmamıştı. Bu yazarın böyle bir yönü var; en can alıcı noktaları yazmıyor ve tamamen okuyucunun hayal gücüne bırakıyor. Bence en bırakılmaması gereken noktaları bırakıyor. Çünkü okurken asıl merak ettiğiniz ve "acaba yazar bu durumu nasıl açıklayacak?" dediğiniz her şey cevapsız kalıyor. Bunu şu ana kadar okuduğum her kitapta yaptı. Bu yüzden ne zaman Murakami'nin kitabını okusam sanki kitabın yarısını okumuşum gibi bir hisse kapılıyorum.
Allah'tan yazarımız Sputnik'in ne anlama geldiğini yazmış ( hani bunu da okuyucunun hayal gücüne bırakabilirdi). Sputnik, Sovyetler Birliği'nin uzaya gönderdiği ilk yapay uyduymuş. Daha sonra Sputnik 2'yi gönderiyor bunun içine de Laika adını verdikleri bir köpek koyuyorlar. Uydu geri dönmüyor ve Laika'da bilim kurbanı olan ilk canlı oluyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında Sputnik'i "yol arkadaşı" anlamında kullanıyor.
Gelelim kitabın konusuna: Kitapta üç ana kahraman var: Sumire, Myo ve kitabın anlatıcısı ( ismini unuttum). Kitabın anlatıcısı bir erkek ve Sumire'ye aşık. Sumire ise bir kadına yani Myo'ya aşık. Anlayacağınız Sumire eşcinsel. Myo'yla Sumire önce iş gezisine çıkarlar oradan da Yunan adalarına tatile giderler. İşte bütün karmaşık olaylar burada başlar. Sumire bir anda ortadan kaybolur ve sırra kadem basar. Kendisinden bir daha haber alınamaz. Kitabın sonunda da birden bire ortaya çıkar. Nereye gittiğini neden kaybolduğunu merak ederseniz, hayal gücünüzü kullanın derim. Çünkü yazar bu sorulara cevap vermiyor.
Bir de Myo'nun yaşadığı çok enteresan ve travmatik bir olay vardır. Böyle paralel evren gibi bir şey yaşıyor: Bir lunaparkta dönme dolapta mahsur kalan Myo, elinde dürbünüyle kendi evini izlerken kendisini bir erkekle sevişirken görüyor. O sırada şok oluyor, panik yapıyor ve fenalaşıyor. Çünkü aynı anda iki yerde birden bulunmaktadır. Bu nasıl oluyor? diye sorarsanız cevabım "bilmiyorum" olacaktır. Çünkü yazar bu durumu da size bırakıyor.
Kitapla ilgili yorumlarım bunlar. Okuyup okumamak size kalmış. Bu arada yazarın çok seveni ve okuyanı var ( ben hariç). Demek ki neymiş benim hayal gücüm Murakami'nin okurları kadar güçlü değilmiş. Siz yine de okuyun isterseniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)