22 Mart 2014 Cumartesi

Tamirci


          Bernard Malamud'un yazdığı bu kitap dilimize Başak Yenici tarafından çevirilmiş. Ben öncelikle çevirmeni tebrik etmek istiyorum. Gerçekten çok iyi bir çeviri olmuş. Su gibi akan bir kitap olmuş, bunda,  yazar kadar çevirmenin de rolü olduğunu düşünüyorum.
         Kitap Pulitzer Öüdülü ve Ulusal Kitap Ödülü almış. Kitabı okuyunca bu ödülleri hakettiğini de düşünüyorum.
          Tesadüf bu ya son okuduğum üç kitapta Rusya'da geçiyordu. Bunlar: Oblomov, Kurt Seyt ve Shura ve Tamirci. Oblomov bir Rus soylusuydu. Kurt Seyt ve Shura'da Kurt Seyt Rusya'da yaşayan ve Çar'ı koruyan bir Kırım Türkü'ydü. Tamirci'de ise Rusya'da yaşayan bir yahudiden bahsediliyor. Özellikle Kurt Seyt'le çok daha yakın çünkü dönem olarak yakın bir zamandan bahsediyor.
           Gelelim kitabımıza. Kitapta özellikle bir kişi ön plana çıkıyor. Bu ise tamirci Yakov Bok. Kitabın olay örgüsü tamircinin etrafında gelişiyor. Tamirci haricinde diğer kahramanların duygu ve düşüncelerini ya da yaşantılarını tamircinin anlattığı kadarıyla biliyor ve öğreniyoruz.
     Yakov Bok eşi tarafından terkedilir. Bu olaydan sonra yaşadığı yeri terk eder ve Kiev'e yerleşir. Dönem yahudi ayrımın yapıldığı ve yahudilerin aşağılandığı Çar'lık Rusya'sı. Kiev halkı son derece cahil ve yahudilere karşı hem önyargıları var hem de batıl inançları var. Kiev'in bazı bölgelerine yahudilerin girmesi yasak. Bir gece sokakta bir adama yardım eden Yakov,  yardımı karşılığında iş teklifi alır ve yahudilerin girmesinin yasak olduğu bir bölgede fabrikada çalışmaya başlar. Son derece dürüsttür ve fabrikada ki tüm hırsızlıkları engeller. Gel zaman git zaman kasabada bir küçük çocuk öldürülür ve cinayet Yakov'un üzerine atılır. Yahudi olduğu öğrenilince de hemen tutuklanır ve yaklaşık üç yıl hücrede kalır. Bu roman, Yakov'un hücrede yaşadığı o korkunç ve umut dolu günler üzerine kurulmuştur . Kitabı okurken sık sık Nietzsche'nin " en kötü şey umuttur, çünkü işkenceyi uzatır" sözü aklıma geldi. Yakov'un hücredeki hayatı Nietzsche'nin sözüne çok güzel bir örnek. Bu üç yıllık sürecin sonunda Yakov artık sanrılar gören neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilmeyen bir insana dönüşür. Onunla birlikte okuyucununda kafası karışmaya başlar. Bu kafa karışıklığıyla da kitap biter. Bu nedenle kitabın sonunda sorularınız havada öylece kala kalıyorsunuz ( en azından ben öyle oldum).
         Kitabın sonunu beğendiğimi pek söyleyemeyeceğim  ama kitabın geneli iyi. Okumadıysanız eğer tavsiye ederim.
    

16 Mart 2014 Pazar

Günün Şiiri: Ece Temelkuran/ Berkin'e

Berkin'e...


Çocuk
Hayır! Çocuk öldü
Bak!
Tabutundan hafif
Ülkeden ağır
Dayan şimdi bana
Haritanın bütün renklerinde öldü çocuk
Türkçe'den taa karıncaların diline
Üç denizde ve dağda
Dilsiz taşta ve badem dalında
Senin evinde öldü çocuk, yastığında
Vurulduğunda tam şuradaydı, gördük
Tam buramıza düştü çocuk
Yeminden ağır
Melekten hafif
Çocuk ölmedi diyemezsin tabutu kalbimizle tarttık,
Kurşundan ağırdı
Bir ekmekten hafif
Tutuyorum. Ağla.
Dayan bana şimdi. Kalk ayağa!
Ece Temelkuran

Yüzleşme


     Tek perde, bir saatlik  dolu dolu bir oyun Yüzleşme. Oyunculuk, dekor ve konu gerçekten çok iyiydi. Oyunun yazarı Arslan Kacar, yönetmeni ise Ali Karagöz. Toplam dört kişi var oyunda ama oyun iki kişinin diyalogları üzerine kurulu bunlar ise; Yadigar ve Züleyha. Meczup karakterinin oyuna girmesiyle çıkması bir oluyor, oyuna renk ve -her ne kadar yüreğime indirse de-  hareket katmış.

     Yazar bu oyunu 1982-1985 yılları arasında çok zor koşullarda, hapishanede yazmış. Birbirinden oldukça farklı iki kahramanı sohbet ettirmiş birbiriyle; biri yazar bir diğeri ise vasıfsız işçi. Ama ikisi de köylü. Biri kendini yetiştirmiş, geliştirmiş yazar olmuş diğeri ise evlenmiş dokuz çocuk babası olmuş. Bu birbirinden farklı kişiler, aynı zamanda toplumumuzda birbirinden de kopuk kişiler. Sanki iki ayrı dünya var şu ülkede iletişimsizlik hat safhada bence oyun bu iletişimsizliği çok güzel işlemiş. Bu insanları birbirleriyle yüzleştirmiş. Şu anda ülke olarak tam da ihtiyacımız olan şey bu bence: Yargılamadan, aşağılamadan, ötekileştirmeden birbirimizi dinlemek ve anlamaya çalışmak çok ama çok önemli şu karışık günlerimizde.
         Her kahraman kendi hayat hikayesini paylaşıyor birbiriyle. Hayattaki her duygu sahnede de var. Sevgi, nefret, acı herşey. İzlemenizi tavisye ederim...

9 Mart 2014 Pazar

Oblomov


       İvan Gonçarov bu romanı bir ay içinde yazdığını söyler ama yıllarca kafasında da oluşturduğunu ekler,  yani kağıda geçirmesi bir ay sürmüş. Romanın baş kahramanı Oblomov adlı bir Rus soylusudur. Çalışmayı, okumayı sevmeyen zamanının çoğunu yatağında uzanarak ya hayaller kurarak ya da rüyalar görerek geçirir. Yazar bu karakteriyle Rus soylularını anlatmak istemiş. Stoltz karakteri ise Avrupalı soyluları ifade ediyormuş. Stolotz ise çalışkan, işini iyi yapan başarılı bir Alman'dır.
        Aslında Oblomov son derece iyi yürekli kimseye zararı dokunmayan bir adamdır. Bununla birlikte sürekli çevresindekilerin oyunlarına gelerek dolandırılan bir insandır. Kitapta onu dolandırmayan tek kişi Ştoltz adlı Alman arkadaşıdır. Dolandırmadığı gibi Oblomov'u dolandıranların da korkulu rüyası olur. Hem Oblomov'u maddi yönden rahatlatır hem de arkadaşlığını karşılıksız olarak sunar. Arkadaşının bu kadar desteğine rağmen Oblomov tembelliğini sürdürür ve şehir dışında küçük bir köyde yaşamını yine yatarak sürdürmeye devam eder. O kadar tembeldir ki sevgilisi Olga bile O'nu bu tembelliğinden kurtaramaz ve sonunda Oblomov'u terk eder. Oblomov duruma üzülse de artık çalışması için hiçbir sebep kalmadığına sevinerek tembelliğine devam eder. Olga en yakın arkadaşıyla (Stoltz) evlenince bu duruma en çok sevinen yine Oblomov olur. Çünkü Olga iyi bir insana layıktır. Kendisi ise yeterince iyi değildir. Obolomov'un bu kadar tembel olmasının tek nedeni ise ailesinin O'nu yetiştirme biçimidir. Ailesinin yaşamını okuyunca anlıyorsunuz ki tüm aile tembel ve tek çocukları olan Oblomov'u da bu şekilde yetiştirmişlerdir.
          Klasik romanları severim. Bunun için bu romanı da çok sevdim. Fakat Oblomov karakteri ruhumu daralttı. Sürekli yatan "şunu yapmalıyım, bunu yapmalıyım" diye düşünen düşünmekten çalışmaya bir türlü zaman ayıramayan bir karakter. Hatta bir ara okurken Oblomovluk hastalığına yakalandım ve kitabı uzun süre bitiremedim ( çok daha kalın kitapları daha kısa sürelerde okumuşumdur ).
         Kitabın çevirisi çok iyi çok da akıcı bir kitap. Bence her gencin mutlaka okuması gerekir. Çünkü tembellikten dolayı tüm hayatı ellerinden kayıp giden bir adamı anlatıyor. Gençleri çalışmaya özendirir diye düşünüyorum.

8 Mart 2014 Cumartesi

Yolcu


       Yine müthiş bir oyun izlemenin keyfini yaşıyorum. İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda oynayan bu oyunun adı Yolcu, oyunun yazarı Nazım Hikmet, yönetmeni ise Yıldırım Fikret Urağ. Daha önce 1977-1978 sezonunda oynamış. O zaman yönetmeni Savaş Dinçel'miş oynayanlar ise Erdal Özyağcılar, Mustafa Alabora, Candan Teksoy ve Savaş Dinçel'miş. Doğrusunu söylemek gerekirse o kadroyu izlemeyi çok isterdim. Bugünkü kadro ise Bahtiyar Engin, Aslıhan Kandemir, Mehmet Avdan ve Gün Koper'di. Hepsi de birbirinden iyiydi. Rol yapmadılar o rolü yaşadılar ve bunu hepsi yaptı. Hatta seyirciye selam verirken bile rolü yaşamaya devam ettiler ( ya da ben öyle hissettim). Çok ama çok beğendim.
        Oyun Kurtuluş Savaşı yıllarında bir tren istasyonunda geçiyor. İstasyon şefi, şefin karısı, makasçı ve atlı asker olmak üzere dört oyuncudan oluşuyor. Makasçının bacağı sakat, istasyon şefinin ise bir gözü kör olduğu için savaşa katılamamışlar ( zaten istasyon şefi bir gözünü cephede kaybetmiş). Bir yandan kış şartlar bir yandan geçim sıkıntısı üç kahramanımızı da sık sık birbirine düşürüyor. Ama istasyon şefini diğerlerine düşman eden bir şey daha var, o da makasçıyla karısı arasındaki ilişki. Fakat oyunun sonunda eşkiyalarla girdikleri çatışmada vurulan şef, son nefesini vermeden karısını da makasçıya bırakır. Şefin vurulup hayatını kaybetmesine de en çok makasçıyla karısı üzülür. Yani bu üç kişi her ne kadar birbirleriyle sorun yaşasalar da aslında birbirlerine çok da değer verirler.
          Oyunu bütün olarak çok sevdim. Dekoru, kostümleri, ışığı... Ama en çok oyuculukları beğendim. Eğer izlemediyseniz bu oyunu kaçırmayın derim.

Günün Şiiri: Tuğba Baş / Kadınım Ben




Kadınım ben..
Minicik yüreğinde dünyayı taşıyan.
Elleri hamur kokan, kırılgan alıngan.
Gözyaşları içinde gizli.
biraz çocuk, biraz anne, biraz deli.
Aşkın her hali,
Tutkulu, düşbaz, haylaz bir kadınım ben.
İncitmeyin beni.
Giydiğim fistanlar bile çiçekli.
Bedenimin ne önemi var ki.....
Benim hazinelerim yüreğimde gizli...

Tuğba Baş


( 8 marta uygun olsun istedim )

7 Mart 2014 Cuma

Acı Çikolata

 
         Bu sıralar kitap okuma hızımı arttırdım galiba. Artık kitapları bir günde okur oldum. 274 sayfalık bu kitabı nasıl bitirdim diye şaşırırken, kendi soruma kendim cevap buldum. Çünkü denildiği kadar kalın bir kitap değil hatta aralarda çok sayıda boş sayfası var. Hikaye de sürükleyici olunca elimden bırakamadım ve bitiriverdim.
       Kitabın yazarı Meksikalı bir bayan yazar adı, Laura Esquıvel. Günlük yaşamında da mutfağa çok önem veren bir kişi olduğu için bunu ilk kitabı olan Acı Çikolata'ya da yansıtmış. Kitabı 1889 yılında yayınlanmış. Sanırım kitabın orijinal ismi bu değilmiş. Hislerin uç noktası anlamına gelen bir deyimmiş. Kitabın öyküsü tam da bunu anlatıyor; yemeklerle hisler arasındaki bağlantıyı.
      Kitabın baş kahramanı mutfakta harikalar yaratan Tita. Mama Elena'nın son çocuğu ve geleneğe göre son kız olduğu için evlenmeyecek ve anneye bakacaktır. Annesi de tam bir kabus. Kızına hayatı dar eden bir kadın. Kitabın diğer kahramanı Tita'nın aşkı Pedro. Pedro sırf Tita'yla yakın olabilmek için Tita'nın ablasıyla evlenir. Çünkü Mama Elena O'na bu teklifi yapmıştır: "Tita bana bakmakla görevli o yüzden evlenemez istersen ablasıyla evlenebilirsin." Hayatı boyunca evlendiği kadını sevmez ve hep Tita'nın aşkıyla yaşar.
           Okumak isterseniz diye kitabın çok detayına girmeyeceğim. Ama şunu söyleyebilirim. Masalsı bir kitap. İçinde doğaüstü olayların olduğu zaman zaman fantastik hale gelen bir kitap. Sıradan bir ev yaşamı ama doğaüstü güçlerle enteresan hale getirilmiş. Kitabın başında da aynen şöyle yazıyor; " İçinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan tefrika roman." Yemek tarifleri damak zevkime hiç uygun değil. Hatta bazı bölümlerde malzemeleri gördüğümde şoka girdim. Mesela çikolata ve sarmısak bir arada kullanılıyor. Iyyyy... Yemek tariflerini çok tutmasam da ben yazarı ve kitabı beğendim. Bu nedenle okumanızı  tavsiye ederim.

5 Mart 2014 Çarşamba

Angel Dayı


          Panait İstartı uzun süredir okumak istediğim bir yazardı. Hatta bir kaç arkadaşım O'nun tüm kitaplarını çok övmüşlerdi. Bende bu övgülerden dolayı yazarın dört kitabını aldım. Okumaya da Angel Dayı ile başladım. İncecik masal tadında bir kitap. Ben bir günde bitirdim. Emin olun sizde bir günde okursunuz çünkü yazı puntolarıda büyük olan bir kitap.
        Kitap birbirine bağlantılı iki öyküden oluşuyor. Birinci öykü Angel Dayı ve yaşadıkları. Tüm çocuklarını kaybeden Angel Dayı kendisini içkiye verir ve içkiyle kendi sonunu kendi hazırlar. Hayattan elini eteğini çekerken hem maddiyattan uzaklaşır hem de din konularından uzaklaşır. Aslında yaşadığı acılar O'nun Tanrı'ya başkaldırmasına neden olur. Ölümüne yakın yeğenini yanına çağırır ve kendi hayat tecrübleriyle nasihatlerde bulunur. Sağlık durumu çok kötü olduğu için çok fazla konuşamaz ve arkadaşı Jeremi'den yeğenine nasihat vermesini ister. Böylece kitabın ikinci öyküsüde başlamış olur. Jeremi kendi hayat hikayesini anlatmaya başlar. Babası Kozma, Amcası İlya ve onların ormandaki çetesiyle yaptıkları soygunları anlatmaya başlar. Babası Kozma zenginlerin malını çalarak faikerlere dağıtan bir kişidir. O'da tıpkı Angel Dayı gibi maddi hiçbir şeye önem vermez. Kozma için sadece yaşadığı ortam ve çevresindeki insanlar önemlidir ( hatta çevresinde olan kişiler uzaklaşırsa önemini de yitirir). Zamanla o kadar ünlenir ki fakir halkın kahramanı olur. Ama bu kahramanlıkta Kozma'yı fazla ilgilendirmez. Kitabın sonunda Kozma'da tıpkı Angel Dayı gibi kendi sonunu kendi hazırlar ve bir çatışmada ölür. Aslında ölmeyi seçer, bu ölüm biçimini de tamamen kendisi hazırlar. Sevinçleriyle acılarıyla özgür bir hayat yaşamıştır ve özgürce ölmüştür. İnsanın yaşamdaki birinci amacının özgürlük olması gerektiğine inanır. Bunun içinde her türlü köleliğe karşı hep mücadele verir.
         Değişik ve güzel bir kitaptı. Çok da güzel hayat dersleriyle doluydu. Kitapta altını çizdiğim pek çok satır vardı. Onlardan biriyle yazımı bitirmek istiyorum: " Düşünce, ölümden daha güçlüdür. Ölüm gibi insanı yok edemez; ama onu çok uğraştırır."
        

Perşembenin Hanımları


        Tiyatroyu çok seviyorum ve önemsiyorum. Oyuncuyla seyircinin aynı ortam içinde olması bence müthiş bir şey. Hani oyuncular alkış almaktan çok hoşlanırlar ya ben de alkışlamayı severim. Hele hele oyunda güzelse müthiştir alkışlamak bence.
        Bugün,  İstanbul Şehir Tiyatroları'nda geçen sezon oynamaya başlayan Perşembenin Hanımları oyununu izledim.Oyunun yazarı Fransız oyuncu Loleh Bellon (1925-1999), yönetmeni ise Engin Gürmen. Oyunun yazarı Fransız ama bence oyunun konusu bize hiç de Fransız değil. Bu karakterleri çok rahat Türkiye'de de bulabilirsiniz. Mesela hayatta bir iş güç tutturamayan hala ailesinin üzerinden geçinen, annesinin zaaflarını kullanan Victor karakteri gibi ya da hiç evlenmeyen, çocuk sahibi olmayan Helene gibi.
        Oyun üç çocukluk arkadaşının (Sonia, Marie ve Helene) her perşembe bir araya gelerek yapatıkları sohbetleri anlatıyor. Üç arkadaş artık altmışlı yaşlarındadır ve bir araya geldiklerinde de çocukluklarından ve gençliklerinden bahsederler. Zaman zaman güldüren zaman zamanda hüzünlendiren bir oyun. Altmış yaşındaki bu bayanların çocukluk anılarını canlandırmaları gerçekten çok keyifliydi. Hayatta olan hemen hemen her duyguyu oyunda bulabiliyorsunuz; sevgi, aşk, kıskançlık, korku...gibi. En çok güldüğüm sahne ise Sonia'nın ikinci kocasından boşanırken, birinci kocasına boşandığında yazdığı mektubu göndermek istemesiydi.  Mektubu fotokopi çektirip sadece üstteki ismi değiştirmeyi düşünüyor. Çünkü yaşananlar bütünüyle aynı.
          Gençler bu oyunu sever mi bilmem ama kırk yaş üstü kadın ve erkeklerin seveceğini düşünüyorum.

4 Mart 2014 Salı

Kurt Seyt ve Shura


        Thyke okuma grubumla bu ay okuduğumuz kitap Nermin Bezmen'in Kurt Seyt ve Shura'ydı. Açıkcası kitaba başlarken beklentim çok düşüktü hatta sevmeyeceğimi dahi düşünmüştüm. Sırf aşk konusu üzerine yazılmış bir kitap sanıyordum. Fakat kitap beklentimin çok üzerinde çıktı. Kitap Kurt Seyt ve Shura'nın aşkı üzerine kuruluydu ama aynı zamanda çok güzelde bir tarih kitabıydı.
           Kitabın kahramanı Kurt Seyt Nermin Bezmen'in dedesi (annesinin babası). Aslen Kırımlı olan Kurt Seyt Çar'ın korumalığını yapan bir asker aynı zamanda. Kitap 1906 yılından 1924'e kadar olan bir tarihi dilimi anlatıyor. Kurt Seyt Kırım'lı, Shura ise Rus bir bayan. Doğal olarakta olaylar Kırım'da başlıyor Moskova'da devam ediyor ve Ekim Devrimi ile birlikte İstanbul'da sona eriyor. Kitap kalın olmasına rağmen çok akıcı olduğu için bir kaç günde çok rahat bitirebilirsiniz. Çok güzel bir aşk hikayesi anlatılıyor. Bu aşk da, her güzel aşk hikayesinin trajik sonucuna  sahip ne yazık ki.
            Ekim Devrimi ile ilgili daha öncede bir çok roman okudum. Okuduklarım genelde Devrimi destekleyen Sosyalist yazarlar tarafından yazılmıştı. Ayn Rand aslen St. Petersburg'lu ve liberalist olan bir yazar, ilk kez O'nun kitaplarında  Ekim Devrimi doğal olarak kötü anlatılıyordu. Nermin Bezmen'in kitabında da Bolşevikler kana susayan herkesi katleden kişler olarak lanse ediliyor. Çar'ın maiyetinde olan herkesi katlediyorlar. Seyt ve Shura'da o dönemin aristokrat sınıfının insanları ve Çar'ı destekleyen kişiler oldukları için kitap boyunca sürekli bir kaçış halindeler. Ailelerinde haber alamayan bu insanlar memleket hasretiyle başka ülkelerde yaşıyorlar ve ne yazık ki kendi ülkelerine bir daha dönemiyorlar. Tıpkı Nazım gibi... Aslında ideolojin ne olursa olsun yaşanan acılar hep aynı. 12 Eylül Türkiye'sinden kaçan pek çok aydın da ne yazık ki Türkiye hasretiyle yabancı ülkelerde yaşadılar ve ülkelerine dönemeden oralarda öldüler. Oya Baydar'ın kitaplarında sevdiğim bir söz vardı: "Eğer iktidardaysan ellerin asla temiz kalmaz." Gerçekten de öyle yönetim biçimi ne olursa olsun iktidardakilerin elleri temiz kalmıyor hep birilerinin kanına bulaşıyor. Fransızların bir sözü varmış bu da çok hoşuma gitti; " İhtilaller başlangıçta ilahedir, zamanla fahişe olur!" Gerçekten de öyle.
         Yüzyıllardır insanlar birbirlerini öldürerek ideolojileri öldüreceklerini sanıyorlar. Oysa tarihe bir baksalar ölenler sadece insanlar, öldürmeye çalıştıkları ideolojiler de hala yaşıyorlar hem de yüzyıllardır yaşıyorlar. Neyse konuyu çok dağıttım. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim: Çar'lık Rusya'sında ki kölelik, ne yazık ki hala devam ediyor hem de bütün Dünya'da devam ediyor. Para uğruna hepimiz birbirimizin hizmetkarı olmuşuz ne acı... Dünya'ya bir kere gelip birilerinin hizmetine girmek, Dünya'ya bir kere gelip efendi olarak yaşayanları tabiki rahatsız etmez.
        Eğer aşk kitabı okumak isterseniz bu kitabı size öneririm, eğer 1900'lü yılların Türkiye ve Rusya'sını merak ederseniz yine bu kitabı okumanızı öneririm. Bu kitap için, tarihi bilgilerin verildiği güzel bir aşk kitabıdır diyebiliriz.

2 Mart 2014 Pazar

Limonlu Bahçe


           Beyoğlu İstiklal Caddesi'nde Galatasaray Lisesi'nin yan tarafından aşağıya inen yokuş üzerinde yer alan bir cafe, Limonlu Bahçe. Adını bahçesindeki limon ağaçlarından alır. Özellikle yaz ayları için bence mükemmel bir mekan. Ama sizde havanın sıcak olduğu her an gidebilirsiniz.
        Bugün hava bahar havası gibi olunca dayanamadım ve kendimi Limonlu Bahçe'ye attım. Daha önce sanırım on yıl önce gitmişimdir. Bir an ararken acaba yerinde duruyor mu diye düşünmedim de değil. Ama yerinde duruyordu ve bahçesine de AVM yapılmamıştı. Hatta limon ağaçları da aynen duruyordu. Fiyatları da tıpkı eskiden olduğu gibi kabarıktı. Ama güzel mekan ve bu fiyatlara da değer doğrusu. Eğer yolunuz Beyoğlu'na düşerse kesinlikle tavsiye ederim gidin ve Limonlu Bahçe'nin o meşhur limonatasından için. Şimdiden afiyet olsun...

Kalpak



         İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun muhteşem oyunlarından birini daha izledim; Kalpak. 1 perde ve 80 dakikalık bu oyunda,  zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım.
        Anlatmaya önce dekorundan başlamalıyım. Tamamı siyah beyaz ve grinin tonlarından oluşan muhteşem bir dekordu. Bu siyah beyaz hakimiyeti kendini kostümlerde de gösteriyordu. Oyunda renkli olan tek şey oyuncuların saçlarıydı; kimi kızıl, kimi fındık kabuğu kiminin ise saçları sarıydı . Saçları saymazsak siyah beyaz bir film tadında bir oyun izledim diyebilirim.  Oyunculuklar süperdi. Küçük büyük tüm roldekiler inanılmaz güzel bir performans sergilediler. Genelde oyunculukta bir veya iki kişiyi beğenirdim ama bu oyunda hepsi çok iyiydi. Oyunun yönetmeni Atilla Şendil, yazarı ise Vera Kissel.
           Oyunun konusu İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'da geçiyor. Esir kampından kaçan bir Rus (Nikolay Kalpak)  bir Alman ailenin evine saklanıyor. Alman erkekler savaşta olduğu için bu evde sadece bir anneyle kızı ( Elsbeth ve Marta) yaşıyor. Zamanla evin annesi ile esir arasında bir aşk oluşuyor. Savaşın bitmesine yakın Almanların mağlup olması kesinleştiği sırada Elsbeth, Rus esiri evinden göndermeye çalışıyor. Rus esir evden gitmediği gibi bir de kendisini koruyan ve yiyecek veren bu aileyi kendisini sakladıkları için ihbar edeceğini söyleyerek tehdit etmeye başlıyor. Zavallı Eslbeth hem savaşta hem de aşkta yenilmiştir (savaşta yenilmeleri gayet iyi olmuş). Kendisini çok kötü hisseder ve kızıyla birlikte Rus esiri öldürür.
          Son olarak; bu oyunu kaçırmayın derim...
                

1 Mart 2014 Cumartesi

Ölü Adamın Cep Telefonu


            Bu akşam Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde izlediğim bir oyundu. Nasıl desem bilemiyorum kimsenin emeğine saygısızlık etmek istemem ama oyunu hiç ama hiç beğenmedim.
         Konu berbattı ve bence vermek istediği mesajı gerçekten tam veremiyordu. Oyunun yazarı ödüllü bir yazarmış adı Sarah Ruhl. Yönetmeni ise Arda Aydın.
          Oyunda o kadar çok şey bana saçma geldiki. Adeta bir saçmalıklar zinciri yaşadım. En başta Jean'in ölen adamın cep telefonuna cevap vermesi saçma geldi sonra öldüğünü anladığında adamın cep telefonuna el koyması çok saçma geldi, adamın ailesinin bu durumu gayet doğal karşılaması çok saçma geldi,  o yetmiyormuş gibi en mahrem yatak odası sırlarını bu yeni tanıştıkları kadınla paylaşmaları çok saçma geldi. Ölen adamın annesiyle Jean arasında sürekli tekrarlanan replikler çok saçma geldi. En son ne gerek vardı diye düşündüğüm dans sahneleri gerçekten çok saçma geldi. Tiyatroda hiç sevmediğim abartılı oyunculuklar da bu oyunda ne yazık ki vardı. Benim için izlemesi zaman kaybı olan bir oyun oldu. Evde oturup kitap okumayı veya film izlemeyi tercih ederdim.