23 Haziran 2017 Cuma

8 Saniye


           Arkadaşım Serpil'in bana zorla seyrettirdiği filmdir. Pişman oldum mu tabi ki hayır. Hatta sevdiğim için bloğumda da paylaşmak istedim.


           2015 yapımı fantastik ve biyografik bir film. Yaşanmış gerçek olaylardan hareket edilerek yazılmış. Türk-Alman ortak yapımıymış. Filmin tüm sahneleri Almanya'da geçiyor. Almanya'da yaşayan bir Türk ailesinin kızı olan Esra'nın çocukluğundan başlayarak yetişkinlik dönemine kadar yaşadığı olayları anlatıyor. Filmin yönetmeni ise Ömer Faruk Sorak.


         Filmin hem senaryosu hem de baş rolünde aynı kişi var; Esra İnal. Esra küçük yaştan itibaren arkadaşlarından farklı ve özgür ruhlu bir çocuktur. Bu özgür ruhu yetişkinliğinde de devam eder. Babasının ve annesinin karakterine ve kızlarına verdikleri desteğe hayran kaldım.


       Esra küçüklüğünden itibaren çok anlamlı rüyalar görmeye başlar. Bu rüyaların ortak özelliği hepsinde aynı adamı görür. Ben kabus olarak değerlendirdim o adamı ama Esra bu adamı sever ve O'na güven duyar. Bir süre sonra hayatında rüyayla gerçeklik birbirine karışır. Sonunda kendini hastanede bulur. Ama yaşadığı şey ruh hastalığı değildir. Bir süre sonra da taburcu olur ve rüyalarıyla barışarak kendisine yepyeni bir hayat kurar.



          "Filmi baştan sona anlatmışsın" diyebilirsiniz ama yine de izleyin, çünkü anlatmadığım ve izlenmeye değer pek çok şey var.


22 Haziran 2017 Perşembe

Resim Defteri / Kayıp Şeyler Divanı


         Bu ay kitap grubum Simurg'la Pelin Batu'yu ağırladık. Konumuz ise şiirdi. İlk kez şiir toplantısı yaptık ve çok güzel geçti.


          Pelin Batu'nun iki kitabını seçtik: Biri Resim Defteri diğeri ise Kayıp Şeyler Divanı. Pelin Batu, Resim Defteri'nin girişinde           " Kendime her yeni şehirde üç renk hakkı veririm. Tebeşir, lastik, kömür gibi karşıma çıkan şeyleri de toplayıp kullanırım. O yüzden resimler, o anın bir aynası, okuduklarımın, yaşadıklarımın bir yansıması olarak bir günlük niteliğindedir. Resimler günlerimin renkleri, ruhumun hareketlerinin şekilleridir." diye yazmış. Kitaptaki resimler ve şiirler ise son iki yılının defterlerinden derlenmiş. Bu kitabı annesine ve babasına ithaf etmiş.



          Kayıp Şeyler Divanı kitabındaki şiirlerini İngilizce yazmış ve sonrasında da Türkçeye çevirmiş. Kitapta şiirlerin hem İngilizcesi hem de Türkçesi bulunuyor.



          Her yönüyle dolu dolu bir insan ama kendisini şair olarak ifade ediyor. Yani ne tarihçi ne oyuncu olarak değil şair olarak anılmak istiyor. Şiire eski değerin verilmemesini ise çok üzücü buluyor. Karşısında şiir okuyan ve edebiyat seven insanlar görünce de çok mutlu oluyor.



        İnanılmaz mütevazi bir insan hatta öyle ki hepimizin gönlünü fethetti. Eylülde kadınlarla ilgili bir kitabı çıkacakmış. Çok sevindik ve ikinci toplantı sözünü de aldık. Yine görüşeceğiz. Ne mutlu bize. Bir sürpriz daha bir de romanı çıkacak.



          Saat ikide başlayan toplantımız altı buçuğa kadar sürdü. Yani tam dört buçuk saat doldu dolu edebiyat ve sanat konuştuk. O kadar coşkuyla ayrıldım ki toplantıdan eve gelip deliler gibi saatlerce kitap okudum ( her toplantı sonrası bu duyguyu mutlaka yaşıyorum).

            Hem güzel, hem samimi, hem kültürlü hem de bilgili bir insanla tanışmanın mutluluğunu yaşıyorum. Zaten severdim tanıyınca daha çok sevdim.

            Yazımı iki şiiriyle bitirmek istiyorum.

             Resim Defteri Sayfa 22:

                "isim verirsem sana
                 korkarım var olursun
                 seni düşlemelerini isterim ben oysa."

            Kayıp Şeyler Divanı:

             Kesilmiş Bir Kafanın Özgürlüğü

            Geleneğimiz hiçlik sualiyle başlamıştır ne de olsa.
            Olumsuzluğu bir çiçeğe dönüştürme ihtiyacı: çözülmedi
            Heidegger'in Yok'u: çözülmedi
            Feylesoflar konuştukça, giydi kadın
            Sarı bir bahçede sarı bir entari
            ve düşündü
            iyi mimariden başka
            hiçbir şeyden hazzetmediğini.

        
 
 

20 Haziran 2017 Salı

Gençlik Başımda Duman


           Türkiye'nin diğer illeri ne durumda bilemiyorum ama İstanbul'a bu yıl yaz gelmek bilmedi. İki gündür gri gökyüzü koyu griye dönüp sağanak yağmur yağıyor. Sadece bir dakika dışarda kalmanız sırılsıklam olmanıza neden oluyor.

           Havalar böyle olunca sinema daha güzel bir alternatif haline geliyor. Dün okuldan çıkar çıkmaz doğru Kadıköy'e gidip arkadaşımla buluştum. Başka sinemanın Gençlik Başımda Duman filmini izledik.



           Filmin konusu;  ergenlik dönemi cinsel kimlik oluşumuydu. Dolayısıyla oyuncular ergenlik dönemi yaşlarından seçilmişti. Enfes bir oyunculuk sergilediler hepsini tebrik etmek gerekiyor. Hem çocuk oyunculara hem de genç oyunculara baktıkça sinemanın ve tiyatronun geleceğinin parlak olduğunu düşünüyorum.



         Film, 2016 yapımı İzlanda filmi. Dili de İzlandacaymış ilk defa duyuyorum. Thor ve Cristian çok iyi anlaşan iki arkadaştır. Artık çocukluktan çıkıp cinsel kimliklerini kazanmaya başladıkları dönemde Thor kızlara ilgi duymaya başlar. Fakat Cristian Thor'a ilgi duymaya başlar. Yaşadıkları kasaba küçük olduğu için Cristian'ın eşcinsel eğilimi herkes tarafından öğrenilir ve Cristian büyük bir baskı altına girer. Özellikle Cristian'ın babasının homofobik tavırları çocuğu daha çok endişelendirir. Sonunda kendini öldürmeye kalkışır. O'nun intihara kalkışması Thor'u çok olumsuz etkiler.



         Cinsel kimlik arayışları filmin ana konusu olurken arka planda da arkadaşlığın ne kadar önemli olduğu da işleniyordu. Filmin son kısmında Thor'un bunalımı bunu çok güzel gösterdi.

           Film; en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi konu gibi alanlarda pek çok ödül almış. Konu ağır bir şekilde işleniyor, daha çok sanat filmi gibi. Eğer sanat filmlerini izlemekten hoşlanıyorsanız bu filmi kaçırmayın derim.





16 Haziran 2017 Cuma

Taş Bina ve Diğerleri


           Aslı Erdoğan'ın ikinci okuduğum kitabı bir öykü kitabı oldu. Taş Bina ve Diğerleri 2010 yılında Sait faik Hikaye Armağanı ödülünü almış.


            Uzun zamandır öykü kitabı okumamıştım. Sanırım en son Refik Algan'ın kitabını okumuştum.

            Kitapta toplam dört öykü var: Sabah Ziyaretçisi, Tahta Kuşlar, Mahpus ve Taş Bina. Taş Bina adlı öyküsünün içinde ise yedi öykü daha var.
              
            Kitabı okurken sık sık Aslı Erdoğan mutlaka şiir yazmalı diye düşündüm. Çünkü kullandığı dil o kadar şiirsel ki, bence kesinlikle bir şiir kitabı çıkarmalı.

          Kitapta en çok ilk üç öyküyü sevdim. Taş Bina öyküsünün içindekiler ise bana çok kasvetli geldi. Aslında ilk üç öykü de öyle ama nedense Taş Bina'da hepten içim karardı. Bu arada içimin kararmasının nedeni; öykülerinde işkenceden bahsetmesi oldu.



            Kendisiyle yapılan röportajlarda "işkenceyle yüzleşmek istedim " demiş. Gerçekten de yüzleşmiş. Ama okurken kendimin yüzleşmek istemediğini fark ettim. Başladığım kitabı da yarım bırakmamak için bitirdim.

  Son olarak kitaptan altını çizdiğim satırları yazarak yazımı bitirmek istiyorum.

        Sayfa 61:" Öykü anlatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla, parmaklarını yakmadan."

       Sayfa 63: " Hem 'dünya' dediğin nedir ki, camda beliren bulanık bir imgeden öte! Lekeli, çok lekeli, hiçlik üzerine uzun bir şiir."



15 Haziran 2017 Perşembe

Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında

           Japon yazar Haruki Murakami'nin bir romanı, sevgili arkadaşım Esra'nın bana önerdiği bir kitaptı. 188 sayfalık kısa bir roman, iki günde bitiriverdim.

         Kitaptaki kahramanlar; Hacime ( kitabı onun anlatımından okuyorsunuz), Şimamato ( Hacime'nin çocukluk arkadaşı ve aşkı), İzumi ( Hacime'nin liseden kız arkadaşı) ve Yukiko ( Hacime'nin karısı).


          Yazarın daha önce Sahilde Kafka adlı kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Bu kitapta güzel ama Sahilde Kafka kadar güzel değil. Yazarın dili son derece sade ve akıcı olduğu için kitapları rahat okunuyor ( burada çevirmene teşekkür etmek gerekiyor).


        Haruki Murakami, kitaplarını İngilizce yazıyormuş kendi anadilinde yazmadığı için Japonlar tarafından çok eleştirilen bir yazarmış. O'nu batı özentisi olarak lanse ediyorlarmış. Avrupa'da ve Amerika'da ise kitapları çok okunuyormuş.

       Kitabın konusu ise kısaca şöyle: Şimamato ve Hacime birbiriyle sınıf arkadaşıdır. Çok güzel bir dostlukları vardır. Liseyi farklı farklı okullarda okudukları için zamanla birbirlerinden kopmuşlardır. Hacime'nin hayatına daha sonra İzumi girer ve onunla birlikte olur. Yıllar yıllar geçer Yukiko'yla evlenir iki de kızı olur ama Şimamato'yu hiç unutmaz, hatta pek çok kadınla birlikte olmasına rağmen hep ilk aşkı olan Şimamato'yu özler. Derken yıllar sonra onunla karşılaşır. Aynı duygularla yine O'na bağlanır. Fakat Şimamato kapalı bir kutudur. O'nunla ilgili her şeyi yazar gizli tutar ve okuyucunun hayal gücüne bırakır. Sanırım benim hayal gücüm pek olmadığı için Şimamato'yla ilgili her şey ben de havada kaldı. Okuduklarımı hiçbir yere oturtamadım diyebilirim.

       Bu yazarın böyle bir yönü var Sahilde Kafka'yı okurken de aynı şeyi yaşamıştım. Pek çok şeyi merak ediyorsunuz. Kitap bitiyor ve hiçbir sorunuza cevap bulamıyorsunuz. Kafanızda sorularla öylece kalakalıyorsunuz.

      Yazımı kitaptan beğendiğim bir sözle bitirmek istiyorum. Sürükleyici romanları sevenler için bu kitabı önerebilirim.

       Sayfa 30: " İnsan sadece var olarak bir insanda dönüşü olmayan yaralar açabiliyor."
      

12 Haziran 2017 Pazartesi

Kira Kiralina


          Panait Istrati, Balkanların Gorki'si olarak anılıyor. Daha önce yazarın Kodin, Angel Dayı ve Arkadaş kitaplarını okumuştum. Onlar da güzeldi. Ama sanırım en çok bu kitabını beğendim.


        Kitabın konusu; Stravro'nun arkadaşlarına anlattığı kendi hayat hikayesidir. Kitap üç bölümden oluşur: Stravro, Kira Kiralina ( Stavro'nun ablasıdır) ve Dragomir ( Stavro'nun gerçek ismidir).

        Babası ve abisi tarafından şiddete maruz kalan Stavro, ablası ve annesi onları öldürerek kaçmaya karar verirler. Anne çok ağır şiddete uğradığı için çocuklarından ayrılmak zorunda kalır. Bu iki çocukta bir Türk'e güven duyup O'nunla İstanbul'a gelirler.  Ne yazık ki güven duydukları kişi kötü kalpli çıkar Kira'yı bir hareme satar, Stavro'yu ise kendine ayırır. Yaşadığı tecavüzlerle Stavro sonunda eşcinsel eğilimlere yönelir.

       Yaşadığı onca zorluğa ve kötülüğe rağmen Stavro'da hep bir yaşama sevinci vardır. Aslında Panait Istrati'nin tüm romanlarında bu vardır. Kahramanlar tüm kötülüklere rağmen yaşama sevinciyle doludur.  Bir de yazar kötülüklerin detayını vermiyor en önemlisi ajitasyon hiç yapmıyor. Bundan dolayı bu yazarı, zevkle okurum.


         Dili son derece sade ve akıcı. Eğer "kimmiş bu Balkanların Gorki'si?" derseniz; bu kitaptan başlamanızı tavsiye ederim.

         Kitabın son sayfasından bir alıntıyla yazımı bitirmek istiyorum.

         Sayfa 132: " Dünya güzel mi?.. Yok canım, düpedüz yalan bu!.. Bütün güzellik, sevinç dolu olduğu sürece kendi yüreğimizden geliyor. Sevinç uçup gittiğinde dünya mezarlığa dönüyor."

        

11 Haziran 2017 Pazar

Aşk ve Savaş


          9 Haziran karne günüydü. Öğrencilerimiz için tatil başladı ama bizim tatilimize daha üç hafta var. Cuma günü İstanbul'da korkunç bir yağmur vardı. Karneyi dağıtır dağıtmaz doğru Kadıköy'e gittim. Neden mi gittim? Kendime karne hediyesi vermek için gittim.


     Başka Sinema'da Aşk ve Savaş filmi vardı. Doğruca Moda Sahnesi'ne gidip biletimi aldım. Film tek kelimeyle muhteşemdi. !5 haziranda  gösterimi bitiyor. Size tavsiyem kesinlikle bu filmi kaçırmayın.



       Filmin senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu Emir Kusturica. Hem senaryonun hem yönetmenliğin hem de başrol oyunculuğunun hakkını vermiş. Diğer oyuncular Monica Belluci, Slobada Micalovic. Her iki oyuncuda birbirinden iyiydi.


        Filmin adından da anlaşılacağı gibi savaş ve aşk iç içe. Konusu; Yugoslavya'daki savaş. Bu savaşta Kosta askerlere süt taşıyan, hayvanları çok seven kendi halinde sıradan bir kişidir. Derken İtalyan kökenli bir kadınla karşılaşır ve ona aşık olur. Bu kadın askerler tarafından aranan bir kadındır. Filmin devamı kaçış öyküsüyle devam eder.



     Görüntüler, oyunculuk ve konu muhteşemdi. Hatta şunu bile söyleyebilirim: Son yıllarda izlediğim en güzel filmdi.


     Film 2016 yapımı. Şu ana kadar izlediğim tüm Emir Kusturica filmlerini çok sevdim. Umarım siz de izler ve beğenirsiniz.

10 Haziran 2017 Cumartesi

Yalnızız


               Okuma grubum olan Bişnev'le bu ay ki kitabımız Peyami Safa'nın Yalnızız'dı. Kitap tek kelimeyle muhteşemdi. Müthiş bir anlatım ve akıcı bir dili vardı. Elinize aldığınızda bırakamadığınız kitaplar var ya işte ondan.


        Muhafazakar ve milliyetçi bir yazar olan Peyami Safa, daha önce Komünistmiş sonra Faşizmi desteklemiş, sonrasında da Kemalizme ve milliyetçiliğe kaymış. Anlayacağınız her ideolojinin içine girmiş çıkmış bir insan.

       Kitapta ilgimi çeken ve beni şaşırtan şey yazarın tekniği oldu. Kitabın girişinde iki dayı, bir anne, bir kız ve bir erkek çocuk var. Kitap hep bu kahramanlarla devam edecek sanıyorsunuz. Ama öyle değil. Sayfalar ilerledikçe yeni yeni kahramanlar ekleniyor. Psikolojik tahlilleri süperdi. Okurken yazarın ciddi bir psikoloji ve felsefe okuyucusu olduğunu anlıyorsunuz. İnanılmaz bir bilgi birikimi var. Tüm birikimi Samim adlı kahramandan dinliyorsunuz. Dayılardan Samim Doğu'yu Besim ise Batı'yı simgeliyor. Tüm kitap boyunca Samim bir numaralı kahramanım oldu.




         Peyami Safa'ya göre doğu ve batının bir sentezi yapılmalı. Sadece batıya yönelinirse bu yozlaşmaya neden olur. Kitapta da özellikle kadın kahramanlar üzerinden bu yozlaşma veriliyor. Ne yalan söyleyeyim kitabı okurken "acaba Peyami Safa'nın kadınlarla ilgili bir problemi mi vardı?" diye düşünmeden edemedim. Çünkü özellikle kadın kahramanlar kötü özelliklere sahip. Cinsiyetçi bir ayrım yaptığını düşünüyorum. Toplantıda bu konu gündeme geldiğinde batılılaşmanın özellikle kadınları daha çok etkilediğini bu yüzden kadınlar üzerinden bu konuya değindiği söylendi. Olabilir.

         Edebi yönü çok güçlü bir eser. Zaman zaman gerilim romanlarına taş çıkaracak bölümleri de mevcut. Peyami Safa okumadıysanız bu kitabını şiddetle tavsiye ederim.


9 Haziran 2017 Cuma

Kadıköy Kitap Fuarı


              Geçen hafta cumartesi yani 3 Haziran'da Haydarpaşa Tren İstasyonu'nda Kadıköy Belediyesi'nin düzenlediği 9. kitap fuarı vardı.


              İki yıldır düzenli olarak gittiğim bu fuara "neden daha önce gitmedin?" diye sorabilirsiniz. Ocağıma incir ağacı dikilmesin diye gitmiyordum. "Peki iki yıldır ne oluyor?" diye sorarsanız; evet malum cevabı vereceğim: İki yıldır ocağıma incir ağacı dikiliyor. ( Yarın yine gideceğim, yine paralar suyunu çekecek :) )


           İlk gidişimde yukarıdaki kitapları aldım, yarın neler alırım bilemiyorum artık.

       3 Haziran fuarın açılış günüydü. Kadıköy rıhtımdan başlayarak çok büyük bir kalabalıkla gara gittim. Kalabalık hem beni bunalttı hem de kitaplara bu kadar ilginin olması beni mutlu etti. Pazar yeri gibiydi. Bazı stantlara bakmak neredeyse mümkün değildi. Tanıdık tanımadık herkes birbirine kitap öneriyordu. Ben de epey öneride bulundum ( aslında komisyon bile almalıyım, iyi reklam yaptım yani).


          Aslında hafta içi gitmek çok daha mantıklı. Fakat okul işlerinden, yoğunluktan ve yorgunluktan gidemedim maalesef. Yarın yine hafta sonu yine Gar, ana baba günü olacak.

           Gitmediyseniz pazar günü bitiyor, haberiniz olsun. Bence yarın sabah atlayın gidin Kadıköy'e. Dokunun tüm kitaplara, tanımadığınız insanlarla kitap üzerine sohbet edin. Çok iyi geliyor, güvenin bana.


1 Haziran 2017 Perşembe

Genç Karl Marx


        Geçen hafta sonum dolu dolu geçti. Cumartesi Hıfzı Topuz'la kitap toplantısı yaptım. Pazar günü de Kadıköy Rexx sinemasına gidip Başka Sinema'nın; Genç Karl Marx filmini izledim. Eeee felsefeci olmak bunu gerektirir.


      Filme geçmeden önce sinema salonundan bahsetmek istiyorum. Başka Sinema'ya küçük bir salon ayırmışlardı. Bileti satan kız bana "nerede oturmak istersiniz?" bile demeden tak diye biletleri kesip vermişti. İçeriye girdiğimde bir de baktım köşede iki koltukta bana yer verilmiş. Ben de kendi kendime neyse zaten üç beş kişiyiz. Sonra yerimi değiştiririm diye düşündüm, hatta düşüncemi arkadaşımla da paylaştım. Ne oldu dersiniz? Beş dakika içinde tüm koltuklar doldu. Hatta ayakta kalanlar olacak mı diye merakla bekledim. Böyle kaliteli bir filmi tamamen dolu bir salonda izlemek ayrıca çok mutlu etti beni. Teşekkürler sinema seyircisi ( geç gelen dört kişiye teşekkür etmiyorum. Arkadaş film başladıktan sonra içeri kimseyi almayın ya!).


       Gelelim filmimize. Öncelikle çekimler ve oyunculuk süperdi. Hani ben felsefeden anlamam deseniz bile sırf bunlar için izlenmeye değer. Filmin ana karakterleri; Marx, Engels, Marx'ın eşi Jenny ve Engels'in sevgilisi Mary ve Weitling. Bunların dışında Proudhon ve Bakunin. Benim için muhteşem diyaloglar ve bilgilerle dolu bir filmdi.

         Filmin başlığından da anlaşılacağı gibi Marx'ın gençlik yıllarını anlatıyor. Engels'le Kominist Manifesto'yu yazdıkları dönemi anlatıyor. Manifesto'yla birlikte film de bitiyor. 1843 ve 1848 yıllar arasını anlatıyor. Filimde Marx'ın eşinin Marx'a katkıları da süperdi. Gerek Engels'in gerekse Marx'ın eşleri diyeyim (Engels evli değil sevgilisi demek daha doğru) felsefeye müthiş katkılarda bulunuyorlar. Jenny direk düşünsel anlamda katkıda bulunurken Mary ( Engels'in hayat arkadaşı) daha çok eylemsel anlamda katkıda bulunuyor. Örneğin merkez komiteyle bağlantıyı Engels'in sevgilisi sağlıyor.


      Filimde Marx'ın,  Proudhon ve özellikle Weitling'den fikir bakımından nasıl kopuşlar yaşadığını izlerken etkilenmemek elde değil. İdeolojik anlamda etkilenmekten bahsetmiyorum. O dönemin ortamından etkilenmekten bahsediyorum. Böyle felsefecilerin olduğu bir dönemde ve yerde yaşamak isterdim. Muhteşem bir ortam. Tezler ve antitezler havada uçuşuyor. Tam benlik bir ortam.


     Filimde beni etkileyen bir diğer şey ise işçilerin yaşadıkları sıkıntılar. Kaderleri patronlarının iki dudağı arasında "kovuldun" dedikleri anda kapının önündeler, tazminat mazminat hak getire. İkinci korkunç durum ise çocuk işçilerin sayısı. Yasak yok. O dönemde herkes çocuk işçi çalıştırıyor, hem de boğaz tokluğuna. Hatta çocukları çalıştırmak yasal bir durum. Marx ve Engels bununla da mücadele ediyorlar. Tabi pek çok da düşman kazanıyorlar.

      Film Kapital'in yazılmadığı dönemi yani öncesini kapsıyor. Dolayısıyla Marx henüz ünlü değil. Proudhon'un makalesini çürüten meşhur "Felsefenin Fakirliği ( Sefaleti)" eserini o dönemde kaleme alır. Böylece Proudhon'la yolları ayrılır.

       Anlata anlata bitiremeyeceğim galiba. Bence siz izleyin hem de mutlaka izleyin.