26 Haziran 2015 Cuma

Masumlar


           Burhan Sönmez'in ikinci kitabıyla karşınızdayım. Yazar bu kitabıyla 2011 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü almış.

          Kitabın arka kapağında Haymana, Tahran ve Cambridge'te geçen hayatlar diye yazılmış ama bence kitap Haymana'yla Cambridge arasında geçiyor. Büyük olasılıkla yazar kendi yaşadıklarını yazmış diye düşündüm. Çünkü yazar Haymana'da doğmuş ve şu anda da Cambrdige'te yaşıyor.

         Bence yazarın Kuzey kitabı bu kitaptan çok daha güzeldi. Orada hayali bir dünya vardı burada ise tamamen gerçek bir dünya var.

         Kitabın ana kahramanı Brani Tawo, Türkiye'deki siyasi durumdan dolayı İngiltere'ye gidip orada yaşamak zorunda kalan ve imsomnia hastalığıyla mücadele içinde olan bir antikacı dükkanında tesadüfen tanıştığı İran'lı Feruzeh'le aşk yaşayan bir kişidir. Brani Tawo Haymana'lıdır. Kitaptaki bölümler,  Haymana ile Cambridge'te geçen olaylar üzerine kurulu. Cambrdige'te yaşananlar Brani Tawo'nun şimdiki hayatını anlatırken Haymana'da yaşananlar ise Brani Tawo'nun köyündeki insanları ve geçmiş zamanı anlatmaktadır.

          Kitabın dili son derece akıcı ve etkileyici. 160 sayfa nasıl başladı ve bitti anlamadım. Yazarın bu kitabını da beğendiğim için çıkan diğer kitabını da okumaya kara verdim. Sizlere de tavsiye ederim. Son olarak kitaptan altını çizdiğim ve beğendiğim cümleleri paylaşmak istiyorum. Herkese sevgiler..

           Sayfa 9: "Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü içimde." 

          Sayfa 16: "Tanrıya özenerek sahte insan sureti yaratan fotoğrafçıların sözlerinden de şüphe etmek gerekir."

          Sayfa 64: " İnsan, hakkında konuşamayacağı şeyi sessizliğe bırakmalı demiş Wittgenstein."

           Sayfa 72: "Hayat, biri yaşanmış diğeri yaşanmamış iki bölümden oluşur. Önemli olan yaşanmamış bölümüdür."



        

23 Haziran 2015 Salı

Kuzey



            Burhan Sönmez'i daha önce hiç okumamıştım hatta kuzenim Meltem'e gidene kadar böyle bir yazardan haberim bile yoktu. Yazarın iki kitabını aldım Meltem'den; Kuzey ve Masumlar.  Kuzey, Burhan Sönmez'in ilk kitabıymış bu nedenle okumaya ilk bu kitaptan başladım. Tek kelimeyle enfesti diyebilirim. Eğer ikinci kitabında da aynı duyguyu hissedersem, tamam diyeceğim Burhan Sönmez'de artık benim yazarlarım arasında.

          Kuzey, büyüklere masallar gibi bir kitap. Baş kahramanı Rinda adlı biri. Basabının (Alsem) ölümüyle daha doğrusu öldürülmesiyle birlikte babasının geldiği yer olan Kuzey'e gitmeye karar verir. Amacı hem babasının hikayesini öğrenmek hem de neden öldürüldüğünü ya da kimlerin öldürdüğünü bulmak. Buradan polisiye kitabı gibi bir şey gelmesin aklınıza, polisiyeyle uzaktan yakından alakası yok.

          Rinda'nın Kuzey yolculuğu adeta destansı bir dille anlatılmış. Öyle insanlarla karşılaşıyor ki kim olduklarını gerçekten var olup olamadıklarını önce anlayamıyorsunuz. Hatta kitap öyle bir hal alıyor ki çok emin olduğumuz Rinda'nın, Rinda mı yoksa babası Alsem mi olduğunu düşünmeye dahi başlıyorsunuz. Kitapta, hayatla ilgili, var olmakla ilgili yaşamakla ilgili harika anekdotlar var. Bunları yazımın sonuna ekleyeceğim.

      Kitabın konusu Kuzey'de geçiyor. Ama bu Kuzey neresi belli değil. Belki Dünya belki başka bir gezegenin kuzeyinden bahsediliyor. Kitapta yer belli olmadığı gibi zamanda belli değil. Olayların günümüze göre hangi zaman dilinde yaşandığı kesinlikle yazmıyor. Ama kitapta Koç zaman diliminden Balık zaman dilimine geçişten bahsediliyor. Yani yeri ve zamanı belli olmayan bir yerden bahsediliyor. Kitaptaki kahramanların isimlerine baktığımda bu kahramanların hangi ülkeye ait olduğu da anlaşılamıyor. Rinda, Loriya, Asaanaa, Seydigül, Zeyno, Alsem, Zi... gibi isimler kullanılmış. Fakat yaşananlar Dünya'yadakilere benziyor. Orada da savaş var, işkence var, aşk var tabi nefret ve düşmanlıkta var. Kitapta üzerinde en çok durulan konulardan biri de rüyalar. Rinda'nın yaşadıkları öyle bir noktaya geliyor ki rüya mı gerçek mi herşey karışıyor. Gerçi sonra karışıklık ortadan kalkıyor.



      Kitapta okuduklarım bana Yüzüklerin Efendisi'ni çağrıştırdı. Yüzüklerin Efendisi'nde herkesin peşinde olduğu bir yüzük vardı bu kitapta ise herkesin peşinde olduğu bir küpe var. Yüzüklerin Efendisi'nde Org'lar kötülüğün sembolüydü ve savaşçıydı burada da Merani'ler işkenceci ve saldırgan bir topluluk. Diğer noktalar birbirine pek benzemiyor.

        Ben kitabı çok sevdim, eğer biraz ütopik, destansı veya masalsı kitaplardan hoşlanıyorsanız tavsiye ederim mutlaka okuyun.

        Yazımı kitaptan altını çizdiklerimle bitirmek istiyorum. Herkese Sevgiler...

           Sayfa 30: "Bir gün ölecektim, bu yüzden her gün yaşamayı öğrendim."

          Sayfa 129: "Dostluk, bazen bulması bazen de koruması zor bir kolyeydi, hep kalbin hizasında taşınmalıydı."
          
           Sayfa 145:" Bu dünyada kendi yolunu çizebiliyorsan o senin kaderindir, yok gücün yetmiyor, akıntının içinde sürükleniyorsan hayatın esirisin demektir."

           Sayfa 144: " Burası kendini bilenlerin değil, bilmek isteyenlerin mekanı."


 

19 Haziran 2015 Cuma

Mehmedin Kitabı


              Hayko Bağdat,  Salyangoz kitabında, askerde yaşadıklarını Mehmedin Kitabı adlı bir kitapta anlattığını söylemişti. Tesadüf eseri kitap bende vardı, Hayko'nun yazısını bulup kendisine imzalattım. Aynen şöyle yazmış " Sevgili Fatma ( bu arada adım fatma değil fatoş, neyse) çok zor günlerin hikayesiydi." Kitabı okudukça her askerin hikayasinin çok zor ve kötü olduğunu okudum. Kitaba geçmeden önce kitapla ilgili yaşadıklarımı sizlere anlatmak istiyorum.

            Bu kitabı ben Ortaköy'den almıştım. Çok iyi hatırlıyorum 1999 yılıydı. Elimde başka kitaplar vardı, onları bitirdikten sonra bu kitaba başlayacaktım. Ama vapurla karşıya geçerken ilk onbeş yirmi sayfayı okudum hemen. Tam net hatırlamıyorum ama ya bir hafta ya da bir ay da olabilir Cumhuriyet gazetesinde kitabın toplatıldığı kararını okudum. Hatta aynı kitap mı diye kütüphaneme baktım ve heyhaaatt aynı kitaptı. İlk defa aldığım bir kitap yasaklanıyordu. Yahu bu kitapta ne var yasaklanacak diye bir iki tane bölüm daha okudum. Askerlerin Güneydoğu'da yaşadığı çatışmalar ve travmalar anlatılıyordu. Kitabın içeriği gerçekten çok kötüydü. Sağlıklı giden askerler psikolojisi bozulmuş bir vaziyette geri dönüyorardı. Çoğu sivil hayata uyum sağlamakta zorlanıyordu. Konu buydu ama neden yasaklanmıştı. İnsanlar orada yaşananları öğrenirde askerden kaçar diye mi bilemiyeceğim. Çünkü ortada askeri bir sır falan da yoktu. Hatta Soner Yalçın'ın Binbaşı Ersever'in İtirafları kitabı bundan çok daha gizli bilgiler içeriyordu ama o toplatılmıyordu. Neyse. Bu kitabı aldığımda yaşadığım ilk olaydı. Bir de bunun ikinci kısmı var. Kardeşimin askerliği tam bu dönemde oldu. Acemi birliğinde Bilecik'e gitti, dağıtımda ise Bingöl'e düştü. Hadi bakalım oku okuyabilirsen!!! ( İşte bundan dolayı ben kitabı yıllar yıllar sonra okuyabildim)
              O yıllar Güneydoğu'da çatışmaların en az olduğu yıllardı. Ama şunu söyleyebilirim size 1999 ve 2000 yılında yaşanan çatışmaların yarısından fazlası Bingöl'deydi. Kardeşimin söylediğine göre kendisinin bulunduğu karakol en güvenilir yermiş. Hiç saldırıya uğramamış, karakolun bulunduğu yer ise Yeşil kod adlı bir kişinin köyüymüş ve o köy ise ülkücüymüş. Bu beni zerre kadar rahatlatmadığı gibi daha da korkuttu, köy ülkücüyse daha fazla saldırıya uğrayabilir diye düşündüm. Neyse ki kardeşim haklı çıktı. Teskeresinden bir ay önce kitaplarını ve bazı eşyalarını bir arkadaşıyla eve gönderdi. Kardeşimin eşyalarını o askerin elinden alırken bir anda askeride kardeşimmiş gibi hissettim. Ben onu ağırlamaya çalışırken onun söylediği sözleri hiç unutmam. Ben yemek yedirmek çay,  kahve ikram etmek istiyorum dedim. O ise "Abla annemi çok özledim, o şimdi bir sürü yemek yapmıştır beni bekliyordur." dedi. Bende O'na tamam "anneni bekletme çok selam söyle annene"dedim. O'da " üzülme abla Vedat Abi çok iyi, çok rahat, sizi de Allah kavuştursun" deyip gitti. Bir ay sonra kardeşim askerden geldiğinde ilk şoku onu gördüğümüzde yaşadık, çünkü bir deri bir kemik geldi. İkinci şok ise o konuşkan Vedat gitmiş sessiz sessiz oturan bir Vedat gelmişti. O dönemde ekonomik krizden dolayı uzun sürede iş bulamamıştı. Bu O'nun daha çok içine kapanmasına neden olmuştu.Neyseki zamanla toparlandı.

            İşte bu kitap bütün bunları anlatıyor. İçine kapananlar, yaşadıklarını unutamayanlar, yeniden gitmek isteyenler, bir daha asla gitmek istemeyenler... Hepsi askerden sonra sivil yaşama ayak uydurmakta zorluk çekiyor, bazıları uyduramıyor kimi hastanelik kimi hapisanelik oluyor kimi ise canına kıyıyor. Kitapta tam 42 askerin yaşadıkları anlatılıyor. Hepsi birbirinden korkunç şeyler. Kimi Kürtlerden nefret ediyor kimi ise ben Kürt olsam ben de dağa çıkardım diyor. Kimi askerlerin Kürt halkına çok kötü davrandığını söylüyor, kimi ise askerin halka kötü davranmadığını söylüyor. Aslında herkes kendi gördüğünü anlatıyor. Bu askerler, Tunceli, Şırnak, Mardin, Diyarbakır, Siirt, Hakkari ve Batman gibi illerde kalmışlar. İçlerinden bazıları Kuzey Irak'a savaşmaya bile gitmiş. Kiminin arkadaşı yanında vurulmuş kiminin ise mayınla bacağı kolu kopmuş. Özellikle yaralanan askerlerin yaşadıkları hastane ve ameliyatları daha da korkunçtu. Askerlerin bazıları ülkücü bazıları solcu, bazıları ilkolkul bazıları üniversite mezunu. Hepsinin anlattıkları farklı ama sordukları aynı şey. Bütün kitapta askerler söz birliği etmişçesine aynı şeyi soruyorlar: " Orada neden bir siyasinin ya da ünlünün ya da bir zenginin çocuğu yok?" Hepsinde ortak soru bu. Hatta askerlerden biri bir komutanın çocuğunun OHAL'a düştüğünü ve oradakilere " yanlışlıkla oldu iki güne kalmaz giderim" dediği ve gerçekten gittiğini anlatıyor. Ölenlerin hepsinin fakir insanlar olduğu söyleniyor. İkinci ortak soru da şu: " Buralarda neden silah kullanılıyor neden görüşmelerle halk veya örgüt ikna edilmeye çalışılmıyor". Bazı askerler ise hiçbir şeyi sorgulamadan sadece bizim sıramız yapalım görevimizi bitirelim gidelim şeklinde konuşuyorlar.

         Kitabın en son bölümü ise istatistik rakamlarla dolu. Kaç asker şehit oldu, kaçı gazi oldu, bölgede ne kadar faili meçhul cinayet işlendi ve sivil halktan kaç kişi öldü...gibi. Rakamlar tek kelimeyle korkunç. Aklıma Soma faciası geldi. Biz ölü sayısı verirken kaç ailenin ocağına ateş düştüğünü hiç söyleyemiyoruz bile.

           Savaşın ve şiddetin olmadığı bir Türkiye diliyorum. Dağda sadece dağcıların olacağı bir Türkiye olsun istiyorum. Türk, Kürt, Laz, Çerkez hep beraber içiçe kardeşçe yaşasın istiyorum. Şu okuduklarımın bir daha asla ama asla yaşanmamasını diliyorum. Sinirleriniz sağlamsa kitabı okuyun derim.

          
          

14 Haziran 2015 Pazar

Bira Fabrikası


           Bu yıl tiyatro sezonunu bugün izlediğim Bira Fabrikası oyunuyla kapatıyorum. Çok güzel bir oyunla kapatmış olduğumu da hemen ekleyeyim.  Moda Sahnesi'ne de bugün ilk kez gittim ve çok beğendim. Oyun da güzel olunca tabi çok keyifli ayrıldım. Eylülden sonra Moda Sahnesi'nde ki tüm oyunları izlemeyi düşünüyorum.


        
               Gelelim oyunumuza: Oyunun yazarı Fildişi Sahilli Koffi Kwahule, yönetmeni Kemal Aydoğan, oyuncuları ise Onur Ünsal, Necip Memili, Melis Birkan ve Gürsu Gür. Oyunculuk tek kelimeyle enfesti diyebilirim. Özellikle Onur Ünsal ve Necip Memili'yi sahnede izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Muhteşem bir performans.

             Oyunun konusunu da çok beğendim. İki askerin ( Onur Ünsal ve Necip Memili) iç savaş sırasında hiç zarar görmeyen bir bira fabrikasını keşfetmeleri orayı yeniden faaliyete geçirip zengin olmaları hayalini işliyor. Bir yandan savaşın bütün iğrençlikleri sahnelenirken bir yandan da değişen insan yaşamları anlatılıyor. İşkenceler, cinayetler ve tecavüzler... Tüm bu vahşet seyirciye kara mizahla sunuluyor.


                Oyunculardan onur Ünsal'ı daha önce Oyun Atölyesi'nde Testosteron oyununda izlemiştim ve orada da hayran kalmıştım. Diğer üç oyuncuyu sahnede ilk kez izledim. Bu oyunda da Onur Ünsal'la birlikte Necip Memili'ye de hayran kaldım.

            Oyun bu yıl sahnelenmeye başlamış. Ben olsam bu oyuna En İyi Erkek Oyuncu dalında ödül verirdim. Fakat hangisine vereceğimi de şaşırırdım. Çünkü iki oyuncu da birbirinden iyiydi.

             Bugün oyun sezonu kapattı ama önümüzdeki sezon mutlaka devam eder. Kaçırmayın derim...



      

4 Haziran 2015 Perşembe

Gollik



        Her güne bir Hayko Bağdat kitabı, sloganıyla başlayayım yazıma. Dün Salyangoz kitabını bitirdikten sonra bir de bakmışım Gollik kitabına başlamışım. Bugünde bir bakmışım kitap bitmiş. Dünkü yazımda da söylemiştim akıcı ama kalıcı yazılar var diye. Bu kitabı okuyunca düşüncemin bu kitap içinde geçerli olduğunu farkettim.

         Gollik'te, Salyangoz gibi Hayko'nun yaşadıklarını anlatıyor. Belki de Salyangoz'da unuttuklarını ( babasının bandocu olduğunu söylemesi gibi) yazmıştır.

          Her iki kitabı karşılaştırdığımda Salyangoz'u daha çok sevdim diyebilirim. Salyangoz'da en çok sevdiğim "Halkalı Boyunlu Kadınlar" yazısıyla ilgili bir de fotoğraf var Gollik kitabında. Boynuna halka takan bir kadın Salyangoz kitabıyla poz vermiş.

        Gelelim Gollik'in ne demek olduğuna. Hemen söyleyeyim bilmiyorum. Hatta yazarda bilmiyor. Acaba ben mi bir şey kaçırdım diye arkadaşlara sordum onlar da anlamamış. Ama okuduğum yazılardan anladığım kadarıyla (kaba tabirle) "sap gibi ortada kalmak" anlamına geliyor galiba.

      Bu kitapta en çok beğendiğim kendimce etkileyici bulduğu, Galatasaray- Manchester maçı ve "Palyaço Ermeniler" başlıklı yazıları oldu. Bu son yazıyı daha önce internette de okumuştum, Etyen Mahçupyan'ın yazısına cevap olarak yazılmış müthiş bir yazı. Kitaba eklemekle çok iyi yapmış bence.

     Kitabın ana konusu tıpkı Salyangoz kitabında olduğu gibi Türkiye'de öteki olmak. Türkiye 'de yaşayan ötekileri anlamak ve empati kurabilmek açısından bu kitapların okunması gerektiğini düşünüyorum. Sevgiler...

3 Haziran 2015 Çarşamba

Salyangoz



              Simurg kitap grubumla bu ay Hayko Bağdat'ın iki kitabını seçtik: Salyangoz ve Gollik. Hafta sonu yazarla buluşma ve sohbet etme şansımız da olacak, heyecanım dorukta anlayacağınız.

        "Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz" sözünden hareket etmiş yazar, ama satmayı değil müslüman mahallede "salyangoz" olmayı anlatmış. Bu nedenle kitabına "Salyangoz" adını vermiş.

         Türkiye'de "öteki" olmayı güzel ve sade bir dille anlatmış. Dün akşam başladığım bu kitabı bugün bitirdim. O kadar akıcı ama bir o kadar da kalıcı satırlar yazmış. Hatta bazı yerleri okurken gözlerim dolu dolu oldu. O günlere döndüm ve bu topraklarda yaşayan bir başka "öteki" olarak benim de acılarım tazelendi.

         Hayko Bağdat bu kitabında çocukluğundan başlayarak hem kendi anılarını hem de yakın tarihi anlatıyor. Annesi Rum, babası Ermeni, eşi ise Türkmüş. Bir insan için çok kültürlü bir ailede yaşamak müthiş bir zenginlik bence. Ama ne yazık ki Ortadoğu ülkelerinde yaşayan halklar için bu zenginlik yaşanamadığı gibi acılara da neden olabiliyor. Kitaptaki bazı yazılar Agos ve Taraf gazetelerinde de yayımlanmış.

             Kitapta beni en çok etkileyen yazılar Hrant Dink'le ilgili yazılardı. Şu bölümü de özellikle yazmak istiyorum:

        "Hepimiz Ermeniyiz diyenler asılında ne söyledi? 


        Hepimiz Ermeniyiz derken insanlar şunu söyledi: ' Hedef çoğaltıyoruz. Az var sizden, tek tek avlarlar sizi. Yanına gelip senmişim gibi yapacağım artık.' 
           Sadece o cenazeyi sırtına almadı, bundan sonraki cenazenin önünü almaya çalıştı insanlar. Bu çok kıymetliydi. Bu toprakların uygarlığıdır bu. Kimse Ermeni olmaz. Ben nasıl Türk olamayacaksam, Kürt nasıl Türk olamayacaksa, o da Ermeni olamaz zaten.... O başka bir şey. Bu kadar kalın mı olmak lazım bunu anlamamak için? 
          Bu kadar kalınlar işte! Öfkemizi, kalabalığımızı, cesaretimizi kendilerine tehdit olarak görüyorlar.
          Bu toprakların çıkardığı en güçlü seslerden biriydi 'Hepimiz Ermeniyiz' sloganı."

         Kitabın bir de son yazısını çok beğendim; "Halkalı Boyunlu Kadınlar". Müthişti. Okumanızı tavsiye ederim.