30 Aralık 2015 Çarşamba
Günün Şiiri / Nazım Hikmet/ Don Kişot
2015'in son şiiri yine büyük ustadan olsun istedim.
DON KİŞOT
Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına
bir Temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının:
Önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun ve kahraman Rosinant'ı.
Bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,
yel değirmenleriyle dövüşülecek.
Haklısın, elbette senin Dulsinya'ndır dünyanın en güzel kadını,
elbette sen haykıracaksın bunu
bezirganların suratına,
ve alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar seni.
Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dulsinya bir kat daha güzelleşecek...
Son(suz) Öykü
Karlı bir kış günü Kadıköy'ün yolunu tuttum ve Haldun Taner'de Son(suz) Öykü oyununu izlemeye gittim. Oyuna geçmeden önce şunu demeden duramayacağım. Kar, en çok İstanbul'a yakışıyor. Şu anda dışarıda lapa lapa kar yağıyor, muhteşem bir görüntü var.
Gelelim oyunumuza: Oyunun yazarı Jose Sanchis Sinisterra, çevireni Esen Özman, yönetmeni Arif Akkaya, oyuncuları ise Jülide Kural ve Ayşegül İşsever. Oyun iki perde ve iki saat sürüyor. Öncelikle oyunculuklar enfes. İzlerken müthiş etkilendim. Her iki oyuncu da birbirinden iyi. Duygudan duyguya gayet rahat geçiyorlar. Tebrik ediyorum her ikisini de muhteşem bir performans sergilediler.
Oyunumuzun konusu da oyunculuklar kadar etkileyiciydi. 20 yıl önce kapanan, hatta yıkılıp yerine otopark yapılmak istenen bir tiyatro ve bu tiyatroda yaşayan iki oyuncu kadının öyküsünü anlatıyor. Bir yandan tiyatrodaki eserleri korumaya çalışıyorlar bir yandan da tiyatroyu kurtarmak için planlar yapıyorlar. İkisi de çok yaşlanmıştır. Hem gençliklerini hem geleceklerini konuştukları diyaloglar gerçekten çok iyiydi. Hem birbirlerine katlanamıyorlar hem de birbirleri olmadan yaşayamıyorlar.
Çok ama çok başarılı bir oyundu. Tavsiye ederim, mutlaka izleyin...
29 Aralık 2015 Salı
Yakıcı Sır
Yine bir Stefan Zweig kitabıyla karşınızdayım.Böyle kısa kısa romanlar okumak hoşuma gitti . Çeviri ve konu da güzel olunca nasıl başlıyorum nasıl bitiriyorum anlamıyorum. (Çevirmen İlknur İgan)
Bu kitabı, yazar küçük bir çocuğun bakış açısından anlatmış. Bence kitabın asıl etkileyici yönü de bu. Kitabın ismi Yakıcı Sır, aslında sır, çocuk için geçerlidir. Okuyucu için herhangi bir sır yoktur.
Kitap, annesiyle birlikte bir otelde kalan küçük bir çocuğun, bir baronla arkadaşlığıyla başlar. Aslında baronun niyeti çocukla arkadaşlık kurmak değildir, baronun asıl amacı çocuğu kullanarak annesine yakın olmaya çalışmaktır. Bunu da başarır. Annesiyle baron arasında bir ilişki doğar. Çocuk her ikisi arasında bir şeyler olduğunu bilmektedir ama bunun aşk olduğunu anlamamaktadır. Hatta bir gece Baron'un annesine sarılmasını ve ısrarlı davranmasına tanık olunca onu katil zanneder. Annesini öldürmesin diye de barona saldırır. Tam çocuk bakış açısı. Hakikaten güzel bir kitap.
Kitap 88 sayfa ve su gibi akıcı. Kısa romanlar okumayı severseniz tavsiye ederim. Sevgiler...
28 Aralık 2015 Pazartesi
Don Kişot / Don Kihote
Bu kitabı yıllar yıllar önce okumuştum. Şu an net hatırlamıyorum belki lise yıllarımda belki de Ortaokul yıllarımdaydı. O zaman okuduğumda Don Kişot'un deliliği bana sıkıcı gelmişti. Hatta kitabı sevmediğimi de hatırlıyorum. Şimdi ise tam tersi duygularla kitabı okudum. Nasıl severek okudum anlatamam size. Meğer ne sıcak hikayeleri varmış, meğer Don Kişot'un deliliği ne kadar saf ve dürüstçeymiş, meğer Sança Panza ne kadar saf ve bilgeymiş....Bu şekilde daha çok cümle sıralayabilirim.
Bendeki baskısını tavsiye etmem size, Yapı Kredi Yayınlarından çıkan iki ciltlik eseri tavsiye ederim. Yaptığımız kitap toplantısında söylenen bazı bölümleri ben okumamıştım, çünkü bendeki kitapta yoktu. Bu nedenle tavsiye etmiyorum.
Çocukluk yıllarında okuduğumda bana en saçma gelen bölüm yeldeğirmenleriyle yaptığı savaş bölümüydü. O bölümü de çok eğlenceli buldum. Ama aslanlarla savaştığı bölüm beni daha çok etkiledi.
Gelelim kitabın konusuna Don Kişot ( aslında okunuşu Don Kihote'ymiş, hepimiz yanlış telaffuz ediyormuşuz.) aristoktrat sınıfından şövalye kitaplarını okumaktan zevk alan bir kişidir. Bir gün okuduğu kitapların etkisinde kalır ve kendisini bir şövalye zannetmeye başlar. Sanço Panza, Don Kihote'nin toprağında yaşayan fakir bir köylüdür. Tek istediği şey bir Ada sahibi olmaktır. Don Kihote'nin kendisine Ada vaat etmesine inanarak ( Don Kihote kandırmamıştır, gerçekten vaat etmiştir) efendisinin peşine düşmüş ve değişik maceralara atılmıştır. Don Kihote'nin yaşadığı bu delilikten kurtarmak isteyen dostları ve akrabaları vardır. Onlar önce kitapların etkisinden kurtulsun diye evdeki tüm şövalye kitaplarını yakarlar, sonra da şövalye kılığına girip O'nu yeniden eve götürme yolları denerler. Kitapta beni en çok üzen bölüm ise Dükle Düşes'in Don Kihote ve Sanço Panza'yla dalga geçtikleri bölüm oldu. Başkalarının maskarası haline dönmeleri gerçekten acı vericiydi.
Kitap,tarihteki ilk roman olarak adlandırılıyor. İspanyol yazar Miguel de Cervantes tarafından yazılmıştır. Kendi ülkesinde ilk basımı 1606 yılında olur. Bazı edebiyatçılara göre bu romanı okumayan kişi gerçek anlamda roman okumamış demektir. Ne kadarı doğru bilemem ama tarihteki ilk roman olması açısından ve içeriğinin zenginliğinden dolayı bence her kitap kurdunun okuması gerekir.
Biraz da yazar hakkında bilgi vermek istiyorum. İspanya'nın hatta Avrupa'nın ilk roman yazarı olarak bilinmesine rağmen denemeleri ve çeşitli tiyatro eserleri vardır. Madrid'te bir yaralama olayına karışır. Verilen cezaya göre sağ kolu kesilir ve İtalya'ya sürgüne gönderilir. Daha sonra Haçlı Ordusu'na katılır ve Osmanlılarla savaşırken esir düşer. Esir olduğu dönemde Cezayir'de yaşar. Defalarca kaçmaya çalışır ama başarılı olamaz. Dolandırıcılıktan dolayı hapishaneye girer ve ünlü eseri Don Kihote'yi de hapisteki yıllarında yazar. Don Kihote'yle kendisi arasında benzerlikler olduğu söylenir. Okuduğum internet sitelerinde farklı bilgiler var. Mesela bazı sitelerde savaş sırasında sol elini kaybettiği yazıyor. Hangisi doğru bilemeyeceğim artık.
Son olarak eser,dünyada en çok okunan eserler arasındaymış. Bence sizde okuyun, emin olun Don Kihote ve Sanço Pança'nın saflıklarına çok gülecek ve zaman zaman da acıyacaksınız. Sevgiler...
27 Aralık 2015 Pazar
Gömülü Şamdan
Geçen cumartesi Harbiye'deki Kitap-Kahve-Çikolata Festivali'ne gittim. Tam bir hayal kırıklığıydı. Daha çok kitap, kahve ve çikolata stantları bekliyordum ama çok azdı. Buna rağmen kitap görünce dayanamayan ben hemen üç tane satın aldım. %30 indirim sözüne kapıldım ve İş Bankası Yayınları'ndan Stefan Zweig'ın üç kitabını satın aldım. Eve gelip İnternet fiyatlarını görünce de üzüldüm. Bir daha satın aldığım bir şeyin İnternetten ya da başka bir yerden fiyatına bakmayacağım. Bu arada Berna'da (arkadaşım) Stefan Zweig'ın dört kitabını satın aldı. Okuduklarımızı birbirimizle değiş tokuş yapacağız. Böylece 2016 yılı bol bol Stefan Zweig okuyacağımız bir yıl olacak.
Daha önce Stefan Zweig'ın üç kitabını okumuştum. Biri Dünün Dünyası (herkese şiddetle tavsiye ederim, okuduğum en güzel kitaplardan biriydi. Yazar kendi hayat hikayesini anlatır bu kitapta), diğeri Satranç ve sonuncusu ise Bir Kadının Yirmi dört Saati kitaplarıydı. Hepsini de çok severek okudum. Hal böyle olunca yazarın diğer kitaplarını da okuma listeme ekledim.
Gömülü Şamdan 110 sayfalık bir roman. Bir kitap kurdu için bir günlük bir kitap aslında. Konusu ve dili de akıcı olunca insan kitabı elinden bırakamıyor.
Kitabın konusu ise 455 yılında Yahudi cemaatine ait bir şamdanın Roma'nın yağmalanması sırasında vandalların eline geçmesidir. O dönemin yaşlıları bu yedi kollu şamdanın peşinden giderler, giderken de yanlarında olaylara tanık olsun diye yedi yaşında bir çocuk götürürler. Çocuğun adı Benjamin'dir. Şamdanı denize kadar takip edebilirler. Kıyıda tekneye konulan şamdanın gidişine tanık olan yaşlılar zamanla birer birer ölürler. Kala kala şamdanı gören sadece bir kişi kalır o da Benjamin'dir. Benjamin 88 yaşına geldiğinde Bizans İmparatoru vandalların elindeki bütün değerli eşyalara el koyar. Bunların içinde yedi kollu şamdan da vardır. Yaşına rağmen Benjamin İstanbul'a gelir ve Bizans İmparatoru'na yalvarır. Bizans İmparatoru da şamdanı Kudüs'e göndermeye karar verir.
İmparatorun kuyumcusu bir Yahudidir. Şamdanın bire bir kopyasını yapar ve Kudüs'e kopya şamdanı gönderir. Asıl şamdanı ise Benjamin'e verir. Yahudilerin bir toprağı ve vatanı olmadığı için Benjamin bu kutsal emaneti gömmeye karar verir. Çünkü ancak o zaman şamdan güvende olacak ve Yahudilerin bu talihsiz kaderi de belki değişecektir. Şamdanın gömülü olduğunu da cemaatin içinde sadece Benjamin ve kuyumcu Zekeriya bilecektir. Şamdanın gömülü olduğu yeri ise Benjamin'den başka bilen yoktur. Benjamin üstüne düşen bu görevi gerçekleştirir gerçekleştirmez yani şamdanı gömer gömmez ruhunu Tanrı'ya teslim eder. Böylece şamdanın gömülü olduğu yer hep sır olarak kalır.
Ben yazarı çok sevdiğim için eserlerini de severek okuyorum. Bu nedenle sizlere de tavsiye ederim. Zweig'ın bütün eserlerini okuyun. Unutmadan, kitabın çevirmenine de teşekkür etmek istiyorum. Regaip Minareci'ymiş çevirmeni. Herkese sevgiler...
26 Aralık 2015 Cumartesi
Ayaktakımı Arasında
Sanırım on beş yıl kadar önce İstanbul Devlet tiyatrosunda Aziz Nesin sahnesinde izlemiştim bu oyunu. Yıllar sonra şehir tiyatrolarında tekrar izleme fırsatı yakaladım.
Oyunun yazarı Maksim Gorki, yönetmeni Orhan Alkaya. Oyuncu kadrosu ise oldukça kalabalık.
Oyunun konusuna gelecek olursak; konu Rusya'da han tipi bir yerde yaşayan değişik sınıflardan insanların hikayelerini anlatmaktadır. İçlerinde baron, müzisyen, aktör, hırsız, tatar ve de bu hanın sahipleri vardır. Dışarıdan da sürekli bir insan kalabalığının sesi gelmektedir. Sanırım bu sesler Rusya'nın çalkantılı dönemini vermek istemektedir. Seslerden Rus devriminin olduğu dönemi de düşünebiliriz. Zaten bir baron ayak takımının içine düşüyorsa muhtemelen devrim olmuş demektir.
Aslında her bir karakterden bir oyun çıkarılabilir. Oyunun o kadar zengin bir konusu var. Oyun, tiyatroda klasik eserlerden biri olarak gösterilmekteymiş.
İki perde ve iki saat süren bu oyunun şehir tiyatrolarında ilk sergilenişi ise ekim 2015'te olmuş. İzlemenizi tavsiye ederim.
7 Aralık 2015 Pazartesi
Kuvayi Milliye Destanı
Cumartesi Üsküdar'da Kuvayi Milliye Destanı'nı izledim. Muhteşemdi! Dekoru, kostümleri, ışığı ve oyunculuğu hepsi birbirinden iyiydi.
Kuvayi Milliye Destanı, Lise yıllarında defalarca ama defalarca okuduğum, her okuduğumda da ilk kez okuyormuş gibi duygulanıp etkilendiğim bir kitaptır. Savaşa halkın gözünden bakan her kitabı sevdiğim için bu kitabı da çok sevmiş ve defalarca okumuştum. Hele kadınlar şiiri en sevdiğim şiirlerdendir, bunu bloğumda da paylaşmıştım.Okumak isterseniz http://derdestfikirler.blogspot.com.tr/2014/02/kadnlarmz-nazm-hikmet.html buradan bakabilirsiniz.
Nazım Hikmet, bu şiirleri gerçek yaşam öykülerinden esinlenerek yazmış, böyle olunca tabi daha etkileyici oluyor. Burada kahramanlar "Anadolu halkı", yani komutanlar veya devlet adamları değil. Bu açıdan beni çok etkiliyor.
Şiirlerin konusu , halkın emperyalizme karşı gösterdiği mücadeledir. Bu eser, edebiyatımızda ulusal kurtuluş savaşını anlatan ve edebi değeri en yüksek olan, en önemli eserlerden biriymiş (Neden bu kadar etkilendiğim şimdi anlaşılıyor).
Eğer şiir şeklinde oyunları sevmiyorsanız gitmeyin derim. Ama 'tarihi, Nazım şiirleriyle dinlemek isterim' derseniz bu oyunu kaçırmayın derim. İyi seyirler...
28 Kasım 2015 Cumartesi
Tersine Dünya
Bugün Kozzy'de devlet tiyatrosu izledim. Bundan sonra devlet tiyatroları burada da oynayacakmış, çok mutlu oldum. Umarım sahneler artarak devam eder, tabi seyirciler de...
İzlediğim oyun Tersine Dünya'ydı. Daha önce filmini izlemiştim bu defa kısmet tiyatrosuymuş. Oyuna Tersine Dünya denmesinin nedeni kadınlarla erkeklerin yer değiştirmesi. Erkekler evde ev erkeği kadınlar işte iş kadını. Erkekler ikinci sınıf vatandaş, tacize uğrayan, şiddete uğrayan kişiler, kadınlar ise bu tacizleri yapan ve şiddet uygulayan kişiler.
Oyun müzikaldi ve müzikler bangır bangır olmadığı için güzeldi. Bitirim Leyla'nın alkole ve erkeklere düşkünlüğü sonucu hapishaneye girmesi, kocasının ve oğlunun dışarıda sahipsiz kalıp diğer kadınların tacizine uğramasını işliyor oyun.
Oyun iki perde ve iki saat. Konu eğlenceli tavsiye ederim. Sevgiler...
23 Kasım 2015 Pazartesi
Bozkırkurdu
Bu kitaba tam üç kez başladım ve üçünde de yarım bıraktım. Her başlayışımda kaldığım yerden değil, hep kitabın en başından başladım okumaya. Dördüncü kez başladığımda yine yarım mı bırakacağım diye düşünerek yine kitabın ilk sayfasından okumaya başladım. Bu defa bitirmeyi başardım. Kitap, bana göre çok zor okunan kitaplardan biriydi. Tutunamayanlar'ı okuyup bitiren bir kişi olarak bu kitabı okuyamamak bana çok ilginç geldi.
Zor okunan kitapları aslında hep sevmişimdir. Satır aralarında hep beni sarsan, şaşırtan bir deha bulmuşumdur. Bu kitapta aynen öyle kitaplardan biri. Ama ne yazık ki ben pek okuma modunda değildim. Son bir senedir gerçekleşen ve habire değişen acılar içerisinde yaşayan, bir Türkiye gündemi söz konusuydu. Kafamda öldürülen insanların acısı varken bu kitaba (itiraf ediyorum) yeterince konsantre olamadım. İleri bir tarihte bu kitabı tekrar okunacaklar listesine ekledim. Umarım Türkiye gündemi buna izin verir.
Bozkırkurdu, Hermann Hesse'in otobiyografik eseriymiş. Bozkırkurdu diye bahsettiği kişi aslında kendisiymiş. Kitabın ana konusu "aydın" diye ifade edilen kişilerin diğer insanlar üzerinde yarattıkları büyüklenmeler, onları küçümsemelerini işleyerek sözde "aydın"ların kendileriyle yüzleşmelerini sağlıyor ( Türkiye'de de bol miktarda mevcut bunlardan).
Kitaptaki kahramanın içinde bir bozkırkurdu ve birde insan var. Zaman zaman bunlar iyi geçinse de çoğunlukla birbiriyle geçinemez ve sürekli sorun yaratırlar. Kitaba bozkırkurdu adının verilmesinin de bir nedeni vardır: Bozkırkurdu'nu diğer kurtlardan ayıran temel özellik sürüye dahil olmaması ve tek başına bir yaşam sürmesidir ( ben de bozkırkurdu olabilirim). Yazar da kendisini yalnız bir kurt olarak görür. Aslında düşünen ve sorgulayan pek çok kişi toplumda hep yalnız kalır. Kimin sözüydü hatırlamıyorum "hakikat yalnızlaştırır". Bu kitaptaki kahramanı okurken hep bu söz aklıma geldi. Kahramanımız bir gazetede köşe yazarıdır ve yazdıklarından dolayı da çok tepki çeker ama o geri adım atmaz. Seviyorum böyle cesur insanları.
Neyse dediğim gibi kitabı tekrar okuyacağım. Sonra yeniden yorumumu yazarım. Sevgiler...
21 Kasım 2015 Cumartesi
Kerbela
Bugün günlerden tiyatro! Cumartesileri çok seviyorum çünkü cumartesi eşittir tiyatro.
Ümraniye Sahnesindeydim bugün. Kerbela oyununu izledim. İki perde ve tam üç saat süren bir oyundu. Süresinin bu kadar uzun olması bence izleyici için yorucu oluyor. İki saatten çok olmamalı oyunlar.
Oyun tam bir görsel şölen içeriyordu. Işıklar, kostümler oyuna mistik bir hava katmıştı. Oyuncu kadrosu son derece kalabalıktı. Oyunun yazarı Ali Berktay, yönetmeni Ayşe Emel Mesci, ışık tasarımı Cem Yılmazer, kostüm tasarımı Hale Eren'e aitmiş.
Oyunun konusu ise İslamiyetteki Kerbela katliamı. Peygamberin torunlarının Kerbela'da nasıl katledildiğini, İslamiyet'in iktidar mücadelesiyle gerçek özünden nasıl koparıldığı anlatılıyor. İktidar savaşı uğruna çocuk, kadın demeden herkes katlediliyor. İmam Hüseyin, Yezid'e biat etmeyip, hilafetini reddedince, Yezid ve askerleri İmam Hüseyin ve tüm çocukları Kerbela'da önce aç ve susuz bırakır sonra da öldürür. Böylece İslamiyet Emevi ailesinin eline geçer ve mezhepler oluşur.
Oyunun uzun olması haricinde her şeyi çok beğendim. Mutlaka izlenmesi gereken oyunlardan biri. İyi seyirler...
19 Kasım 2015 Perşembe
Kral Oidipus
Sophokles M.Ö. 496'da Atina yakınlarındaki Kolonos'ta doğmuş. Antik Yunan'ın en önemli tregedya yazarlarından biri olarak geçer. Yazarın 100'ün üzerinde oyun yazdığı ama bunlardan 7 tanesinin günümüze kadar geldiği söyleniyor.
Antik Yunan'da Tregedya yarışmaları olurmuş. Sophokles bu yarışmalarda defalarca birincilik ödülü almış. Sophokles, Eshilos ve Evripides'le birlikte Atina'daki üç büyük tregedya yazarından biri olarak kabul ediliyor.
Kral Oidipus yazarın kendine ait bir eser değildir aslında. İlk kaynağın Homeros olduğu düşünülüyor. Bu durum Sophokles'in işini zorlaştırmıştır. Çünkü bu eserle yarışmaya katılmıştır ve bilinen bu eseri halka cazip hale getirmek için de yenilikler yapmak zorunda kalmıştır.
Psikolojide ki Oidipus Kompleksinin ismi de yine bu tregedyadan gelmektedir.Gerçi bazı kaynaklarda Freud'un, Sophokles'ten değil, Shakespeare'in Hamlet oyunundan etkilenerek bu hastalık hakkında bilgi verdiği de yazılır. (Bana Hamlet olayı pek inandırıcı gelmedi. Eğer öyle olsaydı adı Hamlet Kompleksi olurdu, diye düşünüyorum).
Kitabın konusuna gelelim artık: Kral Oidipus'ta verilen ana fikir "yazgıya ya da kadere" karşı gelemezsindir.
Oidipus doğduğunda bir kahin, Oidipus'un babasına "bir oğlun olacak ve seni öldürecek" dediği için babası tarafından bir köylüye verilir. Babasının köylüden istediği çocuğun öldürülmesidir. Fakat köylü bu çocuğa kıyamaz ve O'nu çocukları olmayan bir aileye evlatlık olarak verir. Gün gelir Oidupus büyür ve bir kahin O'na yazgısının kötü olduğunu söyler. Çünkü bu kahine göre Oidipus babasını öldürecek ve annesiyle evlenecektir. Bunları duyan Oidipus endişelenir ve yazgısı gerçekleşmesin diye ailesinin yanından ayrılır ( ama ayrıldığı evlatlık verildiği ailedir). Yola çıktıktan bir süre sonra gerçek babasıyla karşılaşır ve O'nu öldürür. Babasından sonra da dul kalan annesiyle tanışır ve onunla evlenerek çocukları olur. Annesinin öldürdüğü adamın eşi olduğunu bilmez.
Gün gelir yaşadıkları şehirde Tanrılar sorunlar çıkarmaya başlar. Veba salgını başlar. Bu durumun neden olduğunu öğrenmek isteyen Oidipus Tanrı'ya bir elçi gönderir. Bu kişi eşinin erkek kardeşi yani dayısıdır. Eve dönen kayın biraderi durumu açıkladığında çok şaşıran Oidipus bir araştırma yaptırır ve babasını öldürdüğünü annesiyle de evlendiğini öğrenir. Bundan sonra kahrolur. Annesi yani eşi duruma dayanamaz ve intihar eder. Oidipus'ta gözlerini kör ederek şehri terk eder. Sonuç olarak Oidipus kaderinden kaçamamıştır.
Daha önce hiç tregedya okumamıştım. Sıkılacağımı ve okuyamayacağımı düşünürken tam tersi oldu. Büyük keyifle okudum. Ayrıca eserin 2500 yıllık bir tarihi eser olması da çok heyecan vericiydi.
Sahnede de izlemek isterdim. Aklıma gelmişken oyun ilk kez M.Ö. 428 yılında sahnelenmiş. Sahnelendiğinde Sophokles 68 yaşındaymış.
Kitap kurtlarına, böyle tarihi eserleri mutlaka okuyun derim. Sevgiler...
15 Kasım 2015 Pazar
Parkta Güzel Bir Gün
İki haftadır, cumartesi Moda Sahnesi'ne gidiyorum. Bu haftaki oyunum ise Parkta Güzel Bir Gün'dü. Komedi türünden olan tek perdelik bir oyundu. Yazarı Kierann Lynn, çeviren Yeşim Gökçe, yönetmen Kemal Aydoğan (sanırım bu sahnedeki oyunların yönetmeni hep aynı kişi), sahne tasarımı Bengi Günay, ışık tasarımı İrfan Varlı, oyuncular ise Mert Fırat, Didem Balçın ve Volkan Yosunlu.
Oyunun konusu ise, parka giden bir çiftin başına gelenler. Çiftimiz parkta bir bankta otururken bir görevli gelir ve tam ikisinin ortasından geçecek bir şekilde bir bant geçirir. Bu bant ülkenin yeni sınırıdır. Bir anda çiftimiz ayrı ülkelerde kalan iki insana dönüşürler ( konu olarak bana Propaganda filmini çağrıştırdı). Görevli, bantın dışında kalan, erkeğin kendi ülkesine geçmesine bir türlü izin vermez. Görevliyi canlandıran kişi Mert Fırat'tı. Tıpkı geçen haftaki En Kısa Gecenin Rüyası'nda olduğu gibi burada da görevli şiveli konuşmaktaydı. Bu şiveli konuşma fikri gerçekten çok güzel.
Oyunda her üç oyuncuyu da çok beğendim. Oyunculuklar gerçekten çok iyiydi. Ben bu oyunda özellikle konuyu çok beğendim. Çünkü oyunda oyuncular "vatandaşlık, özgürlük ve tabi ki sınır" kavramlarını sorguluyorlardı. Sınırsız bir dünya ne güzel olurdu ( gerçi böyle der demezde aklıma İşid geldi. İşidsiz ve sınırsız bir dünya süper olurdu, politikacıları da dahil edelim. Onlarda olmasın bu dünyada bence. Neyse coştum). Bir de Mert Fırat'ın canlandırdığı karakteri çok beğendim. Kendisine güveni olmayan, yetki verildiği için şaşıran ve kendisine inanmayan, kraldan çok kralcı olan, amirlerinin tepkilerine göre kendini değerli veya değersiz hisseden, kendi düşünceleri olmayan bir kişi. Aslında toplumda sıklıkla karşılaştığımız bir insan türü. Oyunda sorgulamaları en isabetli yapan kişi ise Didem Balçın. Çünkü diğer erkek karakterde aslında kendine güveni olmayan, hayatta bir amacı olmayan hayvanlar gibi (ördek) bir yaşamı olsun isteyen bir kişidir. Kadın karakter ise politikayla ilgilenen, gazeteleri takip eden ve her şeyle ilgili fikir oluşturmaya çalışan bir kişidir.Dolayısıyla tüm sorgulamaları yapan kişi de O'dur.
Konusunu, oyunculuklarını beğendiğim için sizlere de tavsiye ederim, bence izleyin hem eğlenin hem de düşünün. Sevgiler.
13 Kasım 2015 Cuma
Pi
Serinin son ve en kalın kitabını az önce bitirdim. Üçüncü kitapta da ana kahramanlar aynı kişiler, bunlara bir iki kişi daha ekleniyor. Eklenenlerden biri de Başbakan ( ya da cumhurbaşkanı). Bence yazar Tayyip Erdoğan'a söylemek istediklerini bu kitapta uzun uzun söylemiş. Ama Tayyip Erdoğan bu kitabı okur mu ya da kitap okur mu onu bilmem tabi.
Bu kitapta da en sevdiğim karakter yine Deniz oldu. Hem saygı duydum hem de hayranlık. En dibe vurup da kendi elleriyle güç alarak kalkan kişilerin o güçlü hallerine hep hayran kalmışımdır. Kendi hayatımda, örneğim hep bunlar olmuştur. Başarabiliyor muyum? Zaman zaman evet zaman zamansa ben de çaresizlik içinde kıvranabiliyorum. Öyle öyle geçiyor insanın kırgınlıkları, kızgınlıkları... Hayatta böyle zaten; inişli çıkışlı. Bazen güçlü bazen zayıf hissedersin. Ama yazarlar öyle kahramanlar yaratıyorlar ki ayağa kalkan kişi bir daha zayıflık hissetmiyor, bu kahramanlar da bana hep ütopik geliyor.
Neyse biz yine dönelim kitabımıza. Pi, 700 sayfalık bir kitap. Bu kitapta iki şey çok hoşuma gitti. Hani varsa böyle bir yer gidip görmek isterdim. Biri Deniz'in yarattığı Sokak; hatta o dans gösterilerini de izlemek isterdim. Bu arada yazarın dipnotlarla verdiği müzik önerileri vardı. Kitabı okurken hiç üşenmedim ve her seferinde açtım bu müzikleri. Açmakla çok da iyi etmişim okumama güzel bir fon oldu. İster istemez 'yazar bu bölümü yazarken bu müziği dinlemiştir' diye düşündüm. Kesin öyledir.
İkincisi ise kitabın sonuna denk gelen ve bir ütopyanın gerçekleştiği köyü görmek isterdim. Yazarın Ayşe Arman'la yaptığı röportajı okudum. Gerçekten bu köyü kurmak gibi bir amacı olduğunu, bu kitapları da onun için yazdığını, edebi herhangi bir iddiasının ise olmadığını söylüyor. Eğer öyleyse umarım o köye beni de alır. Hayal gerçekten çok güzel. Bir de oranın sanatçılar tarafından ele geçirildiğini düşünün -ki kitapta da öyle- tadından yenmez vallahi. Sanatla iç içe ve tamamen organik yaşayan bir köy. Ben de istiyorum bundan.
Bu kitapta da imla hataları vardı. bu okumamı zorlaştırdı. Neyse ki çok fazla değildi (ama bu konuda takıntılarım var elimde değil).
Kitapta dipnotlarda sadece müzik önerisi yoktu. Yazarın 2016'da yayınlamayı planladığı kitabından alıntılar da var. Kitabın ismi de belli Eden. Yaz kitapları olarak listeme alacağım ve onu da okuyacağım.
Kitabın gençler tarafından okunduğunu görüyorum ve bunu çok olumlu buluyorum. Çünkü bu seriyle kendilerini sorgulayacaklar ve sanata daha çok ilgi gösterecekler diye düşünüyorum. Kimbilir belki bu kitaplardan sonra Ayn Rand'ı da okurlar. Azra Kohen bence Türkiye'nin Ayn Rand'ı olmuş, kendisi farkında mı bilmiyorum?
Eğer beklentiniz edebi bir eser okumaksa bu kitabı tabi ki tavsiye etmiyorum. Akıcı ve konusu güzel olan bir kitap okumak istiyorum diyorsanız, bu kitabı tavsiye ederim. Okuyun bence. Çünkü okunmaya değer. Sevgiler...
12 Kasım 2015 Perşembe
En Kısa Gecenin Rüyası
Geçen hafta cumartesi Moda Sahnesinde En Kısa Gecenin Rüyası adlı oyunu izledim. Bu oyun, Shakespear'in Bir Yaz Gecesi Rüyası oyunu.
Sahne, salonun tam ortasında seyirci koltukları ise karşılıklı sıralanmıştı. Sahnenin ortada olması çok iyi olmuş, arka sırada da olsanız oyunu çok rahat izleyebiliyorsunuz (bence Moda Sahnesi, bu sistemi diğer oyunlarından da yapmalı). Neyse biz dönelim oyunumuza. Dekor son derece sade demiştim. Oyunun hangi mekanda olduğunu ışıklarla anlıyorsunuz. Duvara ve tavana yerleştirilen ışıklarla oyunun büyük bir bölümünün ormanda geçtiğini anlıyorsunuz. Tavana yerleştirilen iç çamaşırlar ise aşka bir gönderme midir, yoksa espiri olsun diye mi yerleştirilmiştir? diye düşünmeden edemedim ve ben çiçekli-desenli o sutyen ve külotları, espiri olarak algıladım. Gerçekten komikti. Sahne ortada ama oyuncular salonun neredeyse her yerini kullanıyorlar. Hatta korktuklarında seyirciye sığınıp ellerini tutabiliyorlar ( seyircinin varlığını, oyuna dahil eden oyunlar seviyorum).
Oyunun yazarı William Shakespear, çevirenleri Emine Ayhan ve Aysun Şişik, yönetmeni Kemal Aydoğan, Sahne Tasarımı Bengi Günay, ışık tasarımı İrfan Varlı ve müzik Can Güngör'e ait. Oyuncu kadrosu ise oldukça kalabalık. Hepsini tek tek tebrik etmek istiyorum. Rolün en büyüğünden en küçüğüne kadar süper bir oyunculuk sergilediler (aslanı canlandıran köylünün gözleri bozulabilir benden söylemesi).
Oyunda üç gruptan bahsedebiliriz, bunlar: Aristokrat sınıfı ( ki oyun, bu sınıftan insanlar arasında geçen aşkları konu ediniyor), köylüler (aristokrat sınıfa yapacakları tiyatro oyunu için hazırlanan kimi masum kimi de kurnaz kişilerden oluşuyor) ve periler ( hazırladıkları iksirlerle, aşkların ve aşıkların karmakarışık ilişkiler yaşamasına neden olan varlıklar. onlar sayesinde oyun hem eğlenceli hem de sürükleyici oluyor).
Köylülerde en çok dikkat çeken şey ise kullandıkları şiveler. Bence çok iyi düşünülmüş, oyunu daha eğlenceli hale getirmiş. Köylülerden bazıları Trakya ağzıyla, bazıları Güneydoğu ağzıyla konuşuyor. En son sergiledikleri Bergama halk dansı oyunun finalini oluşturuyor. Oyun Shakespeare'e ait ama uygulama Türkiye versiyonu olmuş. Çok da güzel olmuş. Emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür ediyorum.
Oyun yaklaşık iki buçuk saat sürüyor ama bu iki buçuk saat su gibi akıyor. Mutlaka izlenmeli, diyorum ve (günümüz sözüyle) şiddetle tavsiye ediyorum. Sevgiler...
7 Kasım 2015 Cumartesi
Gılgameş Destanı
Telefondan veya bilgisayardan kitap okumaktan hiç hoşlanmam. Mutlaka o kitabı elime almam, dokunmam ve hissetmem gerekiyor.
Neden böyle başladım yazıya? Çünkü, dün benim için bir ilk yaşandı. Bilgisayardan bir destan okudum hem de tamamını hem de hiç dikkatim dağılmadan. Sanırım teknolojik bir okur olma adayıyım. Neyse.
Muazzez İlmiye Çığ'ı daha önce hiç okumadım. Dün okuduğum bu kitapla yazarın diğer kitaplarını da okuyabilirim diye düşündüm.
Gılgameş Destanı tabletlere şiir şeklinde yazılmış. Tabletlerin bir çoğu kırılmış, yıpranmış, bazı yerleri de okunamıyormuş. Hatta bir dip notta, burada ki 175 satır okunamıyor gibi açıklamalar içeriyordu.
Gılgamış Sümer'li bir kral, kitapta O'nun kahramanlıklarından oluşuyor. En yakın arkadaşının ismi ise Enkidu.
Kitap Gılgameş'ın doğumuyla başlıyor, Uruk şehrine kral olmasıyla devam ediyor ve yalnızlığının yarattığı sıkıntılardan bahsediyor ve nihayet en yakın arkadaşı Enkidu'yla tanışarak yalnızlığından kurtuluyor. Bu arada Enkidu'nun da ilginç bir yaşamı var. Bu kişi ormanda hayvanlarla yaşayan onlar gibi yiyip, içen konuşmayı bilmeyen tuhaf bir insandır. Bir avcı tarafından fark edilir ve bir tapınak rahibesi tarafından da ehlileştirilir. Sonra da Gılgameş'la tanışır. Onunla pek çok kahramanlıklar yapar ve sonrasında da ölür. Ölümünden sonra Gılgameş çok mutsuz olur ve uzun bir süre yas tutar. Sonunda tanrıların rızasıyla onun gölgesiyle (ruh olabilir) çok kısa bir sohbet eder. Sohbet sırasında Enkidu toprak altında yaşadığı zorlukları anlatır. Bu anlatım Gılgameş'ı çok etkiler ve ölüm korkusuna kapılır. Hikayenin devamında da Gılgameş ölümsüzlüğü bulmanın peşine düşer ve uzun bir yolculuğa çıkar.
Bu yolculuk sonrasında ne yazık ki isteklerini elde edemeden ülkesine eli boş döner . Ölümlü bir kral olarak hayatını yaşamaya devam eder.
Masal tadında akıcı çok güzel bir eserdi. Okunmaya değer. Sevgiler...
3 Kasım 2015 Salı
Çi
Azra Kohen'in Fi'den sonraki ikinci kitabının adı Çi. Çi, Uzakdoğu felsefesinde vücuttaki yaşam enerjisi anlamına geliyormuş.
Fi'de ki karakterlerle bu kitaptakiler aynı yani, Fi'nin devamı bu kitap. Kapağın üzerinde yazan şey ise " İyi bir hikaye asıl bittiğinde başlar". Gerçekten de Fi'de bitti dediğiniz şey Çi'de devam ediyor.
Hem Fi'de hem de Çi'de Ayn Rand etkisi var. Sanırım yazar da benim gibi Ayn Rand hayranı -ki ilk ciltte zaten Bilge adlı karakterine en sevdiği kitap olarak Hayatın Kaynağı'nı söyletmiş. Hemen söyleyeyim kitabın konusunda değil karakterlerin özelliğinde Ayn Rand etkisi gördüm.
İlk kitaptaki yazım hataları bu kitapta yok denecek kadar az. Neyse ki editör güzel iş çıkarmış bu kitapta. Çi'nin bir güzel tarafı ise Gezi olaylarına da değinmesi. Keşke bu kitabı bütün polisler okusa. Polisin göstericileri cinsel yönden taciz ettiği haberleri Gezi eylemlerinde de çok yayınlanmıştı. Burada da olabilidiğince iğrenç bir şekilde tekrar dile getirilmiş. Okurken bile sinir küpü oldum. Çünkü bu tarz şeylerin yaşandığına gerçekten inanıyorum. Göksel adlı kahramanının da palalılara katılması beni hiç şaşırtmadı. Bir sosyopata yakışan da bu olmalı bence.Yine de cinsel taciz olayı olunca dayanamayıp göstericileri koruyan bir kurtarıcıya da dönüşüyor.
Ben yazarı özellikle tebrik etmek istiyorum çünkü birinci kitaptaki akıcılık ikinci kitapta da aynen korunmuş. Psikolojik tahlilleri çok iyi ( sonradan öğrendim yazar psikoloji bölümü mezunuymuş).
Şu anda da Pi'yi okuyorum. Serinin en kalın kitabı Pi. Bakalım aynı heyecanla okuyacak mıyım? Herkese iyi okumalar diliyorum Sevgiler...
2 Kasım 2015 Pazartesi
İkinci Bölüm
Cumartesi öğleden sonra Cevahir Sahnesinde oynanan İkinci Bölüm adlı oyuna gittim. Cevahir'in o kalabalığı ve keşmekeşi içinde bir kez daha rahmetli AKM'yi sevgiyle andım. Bir umut sordum oradakilere AKM yeniden açılır mı diye? Ne yazık ki onlar da bu konuda benim kadar umutsuz. Ne çok ihtiyacımız var böyle bir kültür merkezine ve ne çok ihtiyacı var bu ülkenin sanata ve sanatçıya. Neyse...
Gelelim oyunumuza, oyunumuzun yazarı Neil Simon, yönetmeni Hidayet Erdinç, dekor tasarımı Ethem Özbora, oyuncular ise Ayşen İnci, Şahin Çelik, M.Lebib Gökhan ve Veda Yurtsever İpek.
Oyunun konusu ise karısını kaybeden bir yazarla, eşinden yeni boşanan bir oyuncunun arkadaşları tarafından birbirleriyle tanıştırılmaları ve aralarında başlayan aşk hikayesi. Aralarında aşk başlıyor başlamasına da eşinin yasını tutan yazarımız bu yeni ilişkiyle derin bir çatışma içerisine giriyor. Oyunda işlenen ikinci bir konu ise bu kişileri tanıştıran kişilerin evliliklerinde yaşadıkları sorunlar.
Ben oyunun özellikle ilk perdesini çok sevdim. Hatta bence ilk perdede oyun bitirilseydi çok daha hoş olurdu. Ama oyunun işlediği konu ikinci perdede verildiği için, ikinci perde de gerekliydi. İlk bölüm bol kahkahalı bir bölüm oldu. Ben bile kahkaha attıysam oyun gerçekten komik demektir (yerli yersiz her şeye kahkaha atan seyirciye taş attım burada). Hal böyleyken ikinci bölümde de böyle güleceğinizin beklentisi içerisine giriyorsunuz ama öyle bir şey olmuyor. İkinci yarıda sürekli kavga eden bir çiftle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu defa diğer iki oyuncu seyirciyi güldürmeyi başarıyor ( pek güldüğümü söyleyemem).
Ben kadın-erkek ilişkilerinin irdelendiği konuları pek sevmem ama bu oyun güzel kurgulanmış ve işlenmişti. Bence izlenmeye değer bir oyun. Sevgilerimle...
31 Ekim 2015 Cumartesi
Fi
Uzun süredir kitap tanıtımı yapmıyordum. Çünkü uzun süredir kitap okuyamıyordum. Türkiye gündemi çok yoğun ve acı verici olduğu için, kafamı bir türlü okuduğum kitaplara veremedim. Sonra okuldaki arkadaşlar bu kitapları bir gecede okuyup bitirdiğini söyleyince tamam dedim ben de okumalıyım. Çünkü hem akıcı olması hem de zihnimi fazla meşgul etmemesini istiyordum. Hani benim yaz kitabı dediğim kitaplardan.
Kitap üç cilt. Şu anda ikinci cildi okuyorum. Azra Kohen ismini de ilk defa bu kitaplarda duydum, daha önce okuduğum bir yazar değildi.
Fi oldukça kalın bir kitap, yaklaşık 600 sayfa. Kitabın başında da romanın karakter künyesi verilmiş. Bunlar; Ada, Ali, Bilge, Can Manay, Deniz, Doğru, Duru, Eti, Göksel, Kaya, Özge ve Sadık. Açıkçası karakterleri çok beğendim. Hepsi çok güzel kurgulanmış. İlk başta birbirinden bağımsızmış gibi görünen karakterler roman ilerledikçe birbirleriyle bağlantıları kuruluyor. Benim favori kahramanım bu kitapta Deniz oldu. Tam bir filozof, hayatla ilgili düşünceleri sarsıcı ve etkileyici. Göksel ise sıra dışı bir karakter. Kendisi balettir ama geceleri de çöp toplar.
Doğrusunu söylemek gerekirse kitap beklentimden daha iyi çıktı. Ben çok sıradan, basit bir hikaye beklerken. Birbiriyle bağlantılı pek çok hikayenin iç içe kurgulandığını ve bağlandığını gördüm. Fazlasıyla cinsellik içermesine rağmen yine de vermek istediğini verebilmiş yazar. Nedir vermek istediği derseniz? Benim anladığım insanların varoluş amacını vermek istemiş bence. Bana göre bu kitapta ki bazı karakterlerin varoluş amaçları ise; Ada'nın müzik, Deniz'in de müzik, Duru'nun dans etmek, Özge'nin gerçekleri ortaya çıkarmak ve adaleti sağlamak, Bilge'nin iyi bir psikolog olmak Can Manay'ın aşka olan tutkusu. Bir Göksel'i bulamadım dersem yalan olmaz.
Kitapta beni rahatsız eden iki şeyi de söylemeden geçemeyeceğim. Birincisi sürekli cinsellik konusunun işlenmesi ( bence bu asıl konuyu ikinci plana atmış), ikincisi ise yazım hataları. Kitabın editörü yok muydu yahu? Bu kadar yazım hatası nasıl düzeltilmez. Okurken rahatsız oldum.
Neyse... Kitabın konusuyla ilgili çok detay vermek istemedim, belki okumak isteyen olabilir diye.Sevgilerimle...
30 Ekim 2015 Cuma
Hayal-i Temsil
28 ekim günü yarım gün tatil olduğunu duyar duymaz tiyatroya gitme kararı verdim. Şehir tiyatrolarının çarşamba saat 15'teki oyunlarından birine bilet alayım dedim. Kadıköy Haldun Taner'deki oyunu izlediğim için Üsküdar Musahipzade'deki oyunu izlemeye karar verdim. Oyunun konusunu da beğenince gitmeye karar verdim ve hemen bilet aldım.
Oyunun yazarı Ahmet Sami Özbudak, yönetmeni Yiğit Sertdemir, sahne-ışık tasarımı Cem Yılmazer, oyuncuları Şebnem Köstem, Hümay Güldağ ve Yiğit Sertdemir.
Oyunun konusu, makyöz olan Dikran Efendi'nin, Afife (Jale) ve Bedia (Muvahhit) ile ilgili anılarını yarı hayal yarı gerçek bir şekilde anlatmasıdır. Her iki sanatçının yaşamı adeta bir belgesel tadında anlatılıyor. Oyun, iki saat otuz dakika sürüyor ve iki perde. O süre benim için su gibi aktı çünkü oyunu çok beğendim. Tiyatroyla ilgiliyseniz mutlaka ama mutlaka bu oyunu izlemelisiniz.
Oyunculukları çok beğendim, dekoru çok beğendim , kostümleri çok beğendim, konuyu da çok beğendim. Benim için dört dörtlük bir oyundu.
İki Müslüman Türk kadınının tiyatro aşkı, tiyatro mücadelesi ve yalnızlığı güzel bir kurguyla ve müthiş bir oyunculukla anlatılmış. Özellikle Yiğit Sertdemir'i ayrıca tebrik etmek istiyorum. Çünkü pek çok karakteri hiç zorlanmadan kolayca canlandırdı. Hatta karakterler arasındaki geçişi bile kolayca yaptı.
İzlenmeye değer bir oyun, kaçırmayın derim. Sevgiler...
27 Ekim 2015 Salı
Bütün Çılgınlar Sever Beni
Cumartesi akşamı Moda Sahnesinde Bütün Çılgınlar Sever Beni adlı oyunu izledim. Oyunun yazarı Stefan Tsanev, yönetmeni Kemal Aydoğan, sahne tasarımı Bengü Günay, oyuncuları ise; Mert Fırat, Öznur Serçeler ve Volkan Yosunlu.
Ne yazık ki oyunun konusunu beğenmedim. Şu konuda artık ikna oldum; kadın erkek ilişkileri üzerine yoğunlaşan, aldatma, kıskançlık gibi konuları işleyen oyunları ben beğenmiyorum. Toplumsal içerikli ve özellikle kara mizah olanları beğeniyorum. Bu oyunda kadın-erkek ilişkileri üzerine kurulu bir oyundu ve beğenmedim.
Oyunculuk konusuna gelirsek ( tabi ki bir uzman değilim sıradan bir seyirciyim), Mert Fırat haricindeki diğer oyuncuların oyunculuklarını da beğenmedim. Özellikle bayan oyuncuyu hiç beğenmedim. Oyunda konuşmalar sırasında yaşanan duraklamalar da çok can sıkıcıydı.
Son olarak da seyirciyi beğenmedim ( ters tarafımdan kalkmadım gerçekten). Oyun sırasında gayet rahat sesli sesli sevgilisiyle konuşan seyirciyi sevmedim. En ufak bir küfür duyduğunda kahkahalarla gülen seyirciyi de sevmedim. Oyun sırasında telefonu çalan seyirciyi hele hiç ama hiç sevmedim. Bence o gün tiyatroda gerçek bir tiyatro seyircisi yoktu.
Unutmadan oyun sırasında arkadan gelen matkap sesi neydi yahu? Yuh artık! Sanata da saygısı kalmamış bu ustaların. Şu tiyatro salonlarının ses yalıtımının çok iyi olması gerekiyor bence. Ama ne yazık ki İstanbul'da böyle bir tiyatro salonu yok. Gidin tiyatrolara hepsinde dışarının sesini dinliyorsunuz. Hele Cevahir Sahnesinde yandaki sinema salonunun gürültüsünü duyuyorsunuz.
Kadın erkek ilişkileri üzerine kurulu olan oyunları seviyorsanız, bu oyunu izleyin derim. İyi seyirler ve sevgiler...
25 Ekim 2015 Pazar
Bir Delinin Hatıra Defteri
Cuma akşamı yine Tatbikat Sahnesindeydim. Harika bir oyun izledim; Bir Delinin Hatıra Defteri. Bu oyunla, Erdal Beşikçioğlu'na olan hayranlığım bir kat daha arttı. Müthiş bir performans, adeta büyülendim. Beni tek rahatsız eden şey, sahnedeki vinç oldu. Seyircinin üzerine düşer mi diye korktum vallahi.
Oyunun yazarı Gogol. Yanlış hatırlamıyorsam yıllar önce (sanırım liseye gidiyordum) okumuştum. O zaman da hayran kalmıştım yazara. Ama sahnede ilk kez izliyorum ( son kez olmayacak çünkü Genco Erkal'dan da izleyeceğim). Oyun yıllardır kapalı gişe oynuyor. Hatta Devlet tiyatrolarında oynarken defalarca denedim ve bilet bulamadım. Ankara'ya gidip izleyeyim dedim ama orada da bilet bulamadım.Sonunda Tatbikat Sahnesinde izleme fırsatını yakaladım. Değdi mi derseniz evet değdi. Hatta bir kez daha izlemeyi isterim.
Oyunda eleştireceğim tek nokta bilet fiyatlarının pahalı oluşu. Onun dışında her şey müthişti. Oyunun konusunu tanıtım bülteninden aynen aktarıyorum:
"Hikaye Çar 1. Nikolay'ın baskıcı devrinde yaşamış küçük bir devlet memurunun hayatı üzerine merkezlenir. Günlük formatında yazılan hikaye, baş kahraman Popriçin'in deliliğe doğru gidişini anlatır. Yaşadığı sıkıcı ve tekdüze hayata bir de müdürünün kızına duyduğu aşk eklenince içinde bulunduğu girdap iyice büyür. Aksenti ivanoviç Popçirin'in baskıcı sistemde boyun eğmeme çabaları ve yaşadığı psikolojik gel-gitler kendisini İspanya Kralı sanmasına kadar devam eder ve akıl hastnesine kapatılmasıyla son bulur."
20 Ekim 2015 Salı
Antabus
Kuzenim Mehtap bu oyuna tam üç kere gitmiş. Geçen yıldan beri ne zaman tiyatro konusu açılsa "Fatoş Abla bu oyuna mutlaka gitmelisin"deyip durdu. Geçen yıldan not almıştım oyunu, sonunda cumartesi akşamı izledim. Buradan öncelikle Mehtap'a , sonra da oyunda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Cumartesi günü birbirinden güzel iki oyun izlemiş oldum.
Oyun Levent'te Tatbikat Sahnesi'nde sahneleniyor. Oyunun Genel Sanat Yönetmeni, Erdal Beşikçioğlu, Yazarı Seray Şahiner, Yönetmeni, İlham Yazar, Oyuncusu Nihal Yalçın, Müzik, Ali Erel ve Işık Tasarımı Başak Vural'a aitmiş.
Oyuna geçmeden önce biraz salondan ve sahneden bahsetmek istiyorum. Çünkü bildiğimiz klasik tiyatro salonu değildi. Sahne salonun hemen hemen her yerine kurulu olan ve bir birine bağlantılı podyum benzeri bir şeyden oluşuyor ( valla podyum kelimesi yerine ne kullanabilirim diye çok düşündüm ama bulamadım, yine en iyi podyum anlatır gibi geldi). Seyirci koltukları 360 derece dönebilen koltuklar olduğu için salonun her yerini görebiliyorsunuz. Salonun bu durumu ve seyirci koltukları oyuna güzel bir hava katmış bence ( değişiklik her zaman iyidir). Belki anlatamamışımdır diyerek aşağıya sahnenin fotoğrafını koyuyorum.
Şimdi gelelim oyunun konusuna: Türkiye'nin kanayan yaralarından biri olan kadına şiddet, oyunun işlediği ana konu. Leyla Taşçı ailesiyle birlikte İstanbul'a taşınan, bir konfeksiyon atölyesinde işe giren, orada tecavüze uğrayan ama bunu ailesine anlatamayan genç bir kızdır. Hamileliğiyle durum ortaya çıkar ve aile Leyla'yı kendisinden yaşlı bir kumaş tüccarıyla evlendirir. Ailesinde gördüğü şiddetten kaçmak için evlenen Leyla, denize düşerken yılana sarıldığını daha sonra anlar. Eşi alkoliktir ve sık sık Leyla'yı döver. Her hafta defalarca eşinin tecavüzüne uğrar. En sonunda Leyla Taşçı ve eşi gazetelerin üçünce sayfasına konu olurlar. Şimdi konuyu okuduğunuzda çok acıklı diyebilirsiniz. Haklısınız ama konu kara mizah olarak işlendiği için bir trajedi izlemiyorsunuz.
Oyunculuk konusunda Nihal Yalçın müthiş bir performans sergiliyor. Tek kişilik oyun olmasına rağmen asla sıkıcı değil. Oyun tek perde ve bir saat otuz beş dakika kadar sürüyor. Az kalsın unutuyordum. Oyunun ismi bir ilaç ismi aslında. İnsanlara alkolü bıraktırmak için verilen bir ilaç, Leyla Taşçı'nın gizli gizli kocasına verdiği ilaç.
Oyun başlamadan önce koltuğunuzda bu ilacın prospektüsünü görürseniz şaşırmayın. Bence bu oyunu da kaçırmayın. Sevgiler ve iyi seyirler...
19 Ekim 2015 Pazartesi
Eğer Bu Bir Film Olsaydı
Cumartesi gününün neredeyse yarısından sonrası tiyatrolarda geçti. Oyunlardan biri Ankara katliamından dolayı iptal edilip ertelenmişti. İlk önce başka bir tarihe düşündüm. Ama baktım saatler çakışmıyor iki oyunu da aynı gün çıkardım. İkisi de birbirinden güzeldi, bu da harika bir cumartesi geçirmemi sağladı. İyi ki sanat var, iyi ki tiyatro var.
Gelelim gittiğim ilk oyuna... Öğleden sonra Üsküdar Stüdyo Sahnesi'nde oynanan "Eğer Bu Bir Film Olsaydı" oyununa gittim. Dekor sade bir ev dekoruydu. Oyunun konusu, Yugoslavya'da ki iç savaşı anlatıyordu. Bu savaşın komşulukları nasıl ayırdığını insanları birbirinden nasıl kopardığını ve bir ailenin savaş sırasında yaşadığı açlığı, korkuyu anlatıyordu.
Oyunun yazarı Almir İmsireviç, çevirmen ve yönetmen Bilge Emin, dekor tasarımı Nurettin Özkönü, müzik Çağrı Beklen'e (müzikler müthişti) ait. Oyuncular ise; Burak Şentürk, Mine Tüfekçioğlu, Burak Altay, Gönen Aykaç, Barış Bağcı, Berk Sezenler, Emre Yeşilöz.
Oyununu anlatıcısı, ailenin büyük oğlu Alaaddin'dir. Alaaddin Yugoslavya'da yaşananları anlatırken bir yandan da Dünya'da yaşanan önemli veya önemsiz olayları da sıralar ( ünlülerin yaptığı evlilikler gibi). Bence bu anlatı oyuna zenginlik katmış. Hani Alaaddin anlatmasaydı oyun bu kadar ilgi çekici olur muydu bilmem? Neyse...
Oyunculuklar muhteşemdi. Ailenin yaşadığı çaresizliği çok güzel anlatmışlar. Özellikle anne-baba rolünde yer alan kişileri çok beğendim. Buradan diğer oyuncuların kötü olduğu anlamı çıkmasın tam tersine hepsi iyiydi. Ama en iyileri bence onlardı.
Oyun yoğun bir duygusallık içeriyor. Öyle ki oyun bitip de selam verirken bile bu duygusallık hem seyircide hem de oyuncularda devam ediyor ( ya da ben öyle hissettim). Hatta oyundan çıktıktan sonra Üsküdar meydana yürüyene kadar da bu duygusallıktan çıkamadım.
Oyun bir perde ve bir saat on dakika sürüyor. Müzik ve oyunculuk açısından bu oyunu mutlaka izleyin derim. Sevgiler...
5 Ekim 2015 Pazartesi
Spor ve Beslenme Günlüğü 6 / Karatay Diyeti
Uzun süredir bu konuyla ilgili bir şeyler yazmak istiyordum, kısmet bugüneymiş. Karatay Diyeti'yle ilgili en son yazımı 23 Mart 2015 tarihinde yazmışım. Yazımı tekrar okuyunca çok uzun zaman geçtiğini fark ettim.
Aslında Karatay Diyeti demek yerine Karatay Beslenmesi demek bana daha doğru geliyor. Çünkü bu bir diyet değil, sağlıklı beslenme biçimi. Buradan Canan Karatay Hoca'ya teşekkür etmek istiyorum. Hayatımda ilk kez bir beslenme şeklini hiç zorluk çekmeden rahatça uyguladım. Arada bir kaçamaklarım oldu ama çoğunlukla Canan Hocanın önerdiği şekilde beslendim. Daha önceki yazımda 9 kilo verdiğimi yazmışım. O günden bugüne bu sayı 17 kiloya çıktı. Evet yanlış duymadınız tam tamına 17 kilo verdim.
Bu işin görünen kısmı. Bir de kimsenin fark etmediği ama benim farkında olduğum değişiklikler de var:
- Bunlardan biri uykum düzene girdi ( bundan önce ciddi uykusuzluk yaşıyordum).
- İkincisi, acıktığımda yaşadığım sinirlilik hali ortadan kalktı, el ayak titremelerim ve bayılacakmışım hisleri tamamen yok oldu.
- Üçüncüsü enerjim iki katı arttı, eskiden kronik olarak sürekli yorgunluk hissederdim. Şu anda pek çok iş yapıyorum üzerine spor yapıyorum buna rağmen yorgunluk hissetmiyorum.
- Dördüncüsü nefesim açıldı; eskiden biraz yol yürüsem ya da merdiveni çıksam nefes nefese kalırdım, şimdi o durumda da ciddi düzelme var. Hatta yazlıktaki 160 merdiven her seferinde mola vermeden çıktım herhangi bir tıkanmada yaşamadım.
- Beşincisi yüzümde herhangi bir çökme olmadı ya da vücudumda sarkma meydana gelmedi ( sanırım bunda her gün düzenli yaptığım yürüyüşlerin de çok katkısı oldu).
- Altıncısı ve sonuncusu da selülitlerimde ciddi azalma oldu.
Beni uzun süredir görmeyenler çok şaşırdılar. Hatta görünümüm pek çok kişinin hoşuna gittiği için çevremdeki kişilerin bazıları da bu diyete başladı.
Şu anki durumuma gelecek olursam; ben bu beslenmeyi hayat boyu sürdürmeyi düşünüyorum, çünkü kendimi çok sağlıklı hissediyorum.
Sizlere de sağlıklı ve hafif günler dilerim. Sevgiler...
4 Ekim 2015 Pazar
İnsan Ne İle Yaşar
Pazar günümü harika bir kitapla geçirdim. Bir günde bitiriverdim kitabı. Tolstoy'un İnsan Ne İle Yaşar kitabı, kişisel gelişim tadında bir kitap.
Açıkçası Tolstoy'un böyle bir eseri olduğunu bilmiyordum. Okuldaki edebiyat öğretmenimiz Birgül Hanım sayesinde öğrenmiş oldum. Kitap 125 sayfa, yazı puntoları büyük olduğu ve konuları akıcı olduğu için çabuk okunan bir kitap. okuduğunuzda da iyi ki okumuşum diyeceğiniz bir eser.
Yazar, kitaptaki hikayeleri kutsal kitap metinlerinden esinlenerek oluşturmuş. Hayat dair derin mesajlar içeren hikayeler bunlar. Büyüklere masallar bile diyebilirim... Bence alın bu kitabı her gece bir hikayesini okuyarak, kendinize masal anlattığınızı hayal edin. Böylece uykuya dalmadan önce bilinçaltınıza çok güzel mesajlar göndermiş olursunuz.
Kitap toplam beş hikayeden oluşuyor, bunlar:
1. İnsan Ne İle Yaşar
2. Üç Soru
3. İnsana Ne Kadar Toprak Lazım
4. Tanrı Gerçeği Bilir, Ama
5. Tek Bir Kıvılcım Tüm Evi Kül Eder
Bu hikayelerin her birisinde hayata dair çok güzel mesajlar var: Mesela An'ı yaşamak, Düşmanlarımızı affetmek, Hırsa kapılmamak gibi...
Kitabın Türkçesi İhsan Özdemir'e ait. Çeviri hakikaten çok önemli çevirmen sayesinde kitap zevkle okunuyor. Buradan çevirmene de teşekkür etmek istiyorum.
Son olarak hepimizin masallara ihtiyacı var. Bu nedenle bu kitabı mutlaka okuyun diyorum. Sevgiler....
Köprüden Görünüş
Dün akşam itibarıyla tiyatro sezonunu açmış bulunmaktayım, çok özlemişim. İstanbul'un en güzel semti ( bana göre tabiii) olan Kadıköy'de güzel bir cumartesi akşamı Oyun Atölyesi'nde Köprüden Görünüş adlı oyunu izledim. Oyun bu sezon oynanmaya başlamış.
Doğrusunu söylemek gerekirse giderken biraz tedirgin gittim. Çünkü Oyun Atölyesi'nde izlediğim oyunların oyunculukları çok iyi olmakla birlikte, oyunların konusunu genelde beğenmez oluyorum. Bu oyunda hem oyunculukları hem de konuyu çok beğendim.
Oyunun geneline baktığımızda son derece sade bir dekoru vardı. Oturmak için konulmuş iki sıra, arkada bir duvar ve ortasında kapı bulunan bir dekor. Duvarın üzerindeki karışık çizilmiş olan resimler dekora hem bir liman havası hem de eski bir mahallenin duvarları izlenimini veriyordu. Sahne tasarımı Zerrin Tekindor'a aitmiş.
Oyunun yazarı Arthur Miller, Yönetmeni Hira Tekindor ( anne oğul oyuna baya zenginlik katmışlar diyebilirim). Oyunculuklara baktığımda sahnede ki en küçük rolden en büyüğüne kadar çok iyi buldum. Sadece oyunun anlatıcısı olan kişinin dil sürçmeleri oldu, hatta bir ara repliğini mi unuttu diye düşünmedim değil. Genç oyuncuların oyunculuklarını gayet iyi buldum. Yeni nesilden çok ama çok iyi oyuncular geliyor, şanslıyız yani :)
Oyunun konusuna gelecek olursak; Amerika'da bir liman işçisi olan Eddie'nin karısı İtalya'ndır ve İtalya'dan kuzenleri gelir. Amerika'ya kaçak olarak girerler amaçları çalışmak para kazanmak ve ailelerine destek olmaktır. Kuzenlerden küçük olan Eddie'nin karısının yeğenine aşık olur ve evlenmek ister. Ne yazık ki Eddie bu durumdan çok rahatsız olur çünkü itiraf edemese de aslına eşinin yeğenine tutkuyla bağlıdır.
Oyunun ikinci perdesinde aksiyon baya yükseliyor. Bu zor sahnelerde bile oyuncuları çok başarılı buldum.
Ben tiyatro sezonumu açtım darısı başınıza diyorum :) hangi oyuna gideyim diye düşünürseniz bloğumu inceleyebilirsiniz ya da bu oyunla açılış yapabilirsiniz. ( Reklam da yapmış oldum böylece :) )
30 Temmuz 2015 Perşembe
Babama Mektup
Franz
Kafka’nın daha önce Dönüşüm ve Dava kitaplarını okumuş ve burada da
paylaşmıştım. Aslında bu kitapları okuma grubum olan Simurg’la birlikte okumuş
ve değerlendirmiştik. Değerlendirmeler sırasında bu kitaptan da bahsedilmişti.
O günden okunacaklar arasına not etmiştim. İyi ki etmişim ve iyi ki okumuşum
diye düşünüyorum. Kafka’nın bu kitabı bence diğer kitaplarından önce okunmalı.
Kitap
babasına yazdığı 90 küsur sayfalık bir mektuptan oluşuyor. Mektubun açıklamaları
ise yaklaşık 50 sayfa kadar sürüyor. Mektup açıklamalarla birlikte okunduğunda
çok aydınlatıcı oluyor. Bu açıklamalar sayesinde Kafka’nın hem yaşadığı dönemi
ve hayatını hem de eserlerini nasıl ortaya çıkardığını anlıyorsunuz.
Kafka’nın
Dava kitabını okurken çok zorlanmıştım,
Dönüşüm ve Babama Mektup ise kolay okunan etkileyici kitaplar diye
düşünüyorum. Özellikle Dönüşüm bence Kafka’nın en vurucu hikâyelerinden biri.
Dönüşüm’deki yabancılaşmanın kaynağı aslında Kafka’nın yaşantısının ta kendisidir.
Babasıyla yaşadığı ilişki Kafka’nın tüm kitaplarına yansımış. Kafka, kendine
güveni olmayan, edebiyat haricindeki işlerde dikiş tutturamayan, sinik,
hastalıklı olduğunu düşünen (akciğer hastalığı var) ve ezik bir kişiliğe sahip.
Böyle bir kişiliğe sahip olmasında babasının çok büyük etkisi var. Baba
dominant bir yapıya sahiptir. Çocukları üzerinde özellikle de Kafka’nın
üzerinde yoğun bir baskı uygulayıp hayatına müdahalelerde bulunuyor. Bu durum
Kafka’nın daha çok içine kapanmasına ve iş konusunda da daha beceriksiz
olmasına yol açıyor (Kafka böyle diyor ama bence tam tersini de yaşayabilirdi).
Yaşadığı her şeyin (nişanlılıkları ve iş hayatı) edebi hayatına olumsuz etki
edeceğini düşünüyor. Bu nedenle başladığı hiçbir işi tamamlamıyor ve de
ilgilenmiyor. Yani nişanlılarından ayrılıyor açtığı fabrikayla da ilgilenmiyor.
Edebiyat haricinde herhangi bir işte çalışmadığı için de kendisini babasının
üzerinden geçinen bir asalak olarak görüyor (Dönüşüm’de böceğe dönüşen
Gregor’da babasına yük olur ve adeta bir asalak haline dönüşür). Yaşadığı tüm
olumsuzluklar eserlerine ilham kaynağı olur ve (bence) bu olumsuzluklardan
edebi olarak beslenir. Yani mutlu bir hayatı ve kişiliği olsaydı bu eserleri
yine yazabilir miydi? diye düşünüyorum. Bazı sanatçılar için bu yaratıcılığını
ortaya çıkaran bir durum. Kafka’nın evlilikten kaçınmasının temel nedeni,
düzenli ve mutlu bir hayatı olursa edebiyattan uzaklaşacağı ve eserler
veremeyeceğini düşünmesidir. (Aşağıdaki fotoğraf; Franz Kafka'nın babası Herman Kafka )
Kitapta açıklamalar
kitap sonuna eklenmiş bence dipnot olarak verilseydi çok daha iyi olurdu. Çünkü
bir parmağım okuduğum yerde bir parmağım açıklamalar sayfasında kitabın bir
önüne bir arkasına gidip geldim. Dipnot olarak verilseydi daha akıcı bir okuma
olabilirdi diye düşünüyorum.
Son olarak
Kafka’nın tüm negatifliğine rağmen ben kitabı beğenerek okudum. Bu arada çeviri
de güzel olduğu için kitap gayet güzel gidiyor. Bendeki kitabın çevirisi
Kamuran Şipal’e ait. Eğer okumak isterseniz tavsiye ederim. Herkese sevgiler…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)