30 Nisan 2014 Çarşamba
Hamlet
27 nisanda sezonu kapatan Altkat Sanat Tiyatrosu'nun Hamlet Oyunu'nu son gün izleme fırsatı buldum.
Öncelikle sahneden bahsetmek istiyorum. Caferağa Mahallesi'nde bir iş hanının bodrum katında yaklaşık 40 kişi ya da 50'de olabilir izleyiciden oluşan minyatür bir sahneye sahipler. Seyirciler ahşap sandalyelerde oturarak, oyunu izliyorlar diğerlerini bilmem ama bu sandalyelerde oyunu izlemek bana çok zor geldi, çünkü çok rahatsızdı.
Sahnenin küçük olması dezavantajken oyuncular tarafından avantaja çevrilmiş, çünkü oyunun yarısı sahnede yarısı ise seyircinin içinde oynanıyor. Seyircinin içinde oynanması bir yandan ilginç ve güzelken bir yandan da izleyiciler için zor bir durum oluşturuyor: Oyuncular zaman zaman görüş alanınızın dışına çıktıkları için sahnelerin bir kısmını kaçırabiliyorsunuz.
Gelelim oyuna...Oyun Shakespeare'in ünlü eserlerinden biri;Hamlet, hatta bazı internet sitelerinde yazarın en uzun oyunu olarak da ifade edilmiş. Oyunun ne zaman yazıldığına dair kesin bilgi yok fakat temasından dolayı 1599-1601 tarihleri arasında yazıldığı düşünülüyor. Oyunun konusu Danimarka'da geçiyor. Hamlet'in babasının, amcası tarafından öldürülmesiyle oyun başlıyor, eşini kaybeden kraliçe eşinin erkek kardeşiyle ( kocasının katiliyle) evleniyor. Bu durum Hamlet'i çılgına çeviriyor. Öyle şeyler yapıyor ki çevresindeki herkes, annesi de dahil, Hamlet'in delirdiğini düşünüyor. Oyunun sonunda Hamlet amcasını öldürerek babasının intikamını alıyor. Fakat kendi sonunu da hazırlamış oluyor. Oyunun ana teması Hamlet'in yaşadığı Trajedi. Son olarak Hamlet'in o meşhur sözleriyle oyun bitiriyor: "Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu!.......................... Kral öldü. Yaşasın yeni Kral!"
Oyun boyunca neredeyse hiç dekor kullanılmıyor. Hatırladığım kadarıyla bir sandalye ve bir satranç takımı oyuncular tarafından kullanılıyor, onun dışında dekor olarak sahne bomboş, fakat seyircide bir boşluk hissi oluşmuyor. Ya da şöyle diyeyim oyunu izlerken oyunculuklar beni o kadar çok etkiledi ki dekorun olmamasını bir eksiklik olarak algılamadım. Tam tersine bunun kasıtlı olarak tercih edildiğini düşündüm. Oyuncu kadrosunda ilk ilgimi çeken şey kadronun gençlerden oluşmasıydı. Özel bir tiyatro kurarak girişimciliklerini ve oyun sırasında gösterdikleri performansı takdir ediyorum. Dokuz kişilik bir oyuncu kadrosu vardı ve hepsi de rolünde çok iyiydi. Aslına bakarsanız rol değildi yaptıkları, canlandırdıkları karakterin ta kendisi olmuşlardı. Güzel olan da buydu. Oyunun yönetmeni ise Neil S. Fleckman. Müthiş bir ekip çalışması olmuş ve bu da ortaya müthiş bir oyun çıkarmış. Tüm emeklerine değmiş.
Son olarak herkes bu gençleri izlemeli diyorum...
29 Nisan 2014 Salı
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi
Bir roman düşünün tek bölümden oluşsun, içinde üçyüzden fazla roman kahramanı olsun ve tam 515 sayfa olsun. Daha ilk sayfadan o kahramandan bu kahramana geçerken başınız dönüyor. Her kahramanın hayat hikayesi ya da o anda yaşadıklarını anlatıyor yazar. Kitabı okurken arada bölümler olmadığı için hangi arada diğer kahramanın hikayesi başlıyor? Nerede bitecek? Nerede mola vereyim şeklinde sıkıntılar yaşıyorsunuz. Zaman zaman bir eşya ya da fotoğraf değişik zaman aralıklarıyla iki ya da üç roman kahramanının eline geçerken işte diyorsunuz kahramanlar arasında bir bağlantı var ama olay örgüsü kurmak için bu bağlantı çok küçük ve yetersiz kalıyor.
Bana kalırsa kitap 300 küsur olay örüntüsünden oluşuyor , bu olayları yaşayan kişilerin ortak noktası ya hastane ya da bu hastanenin bulunduğu şehir oluyor. "Bir Deliler Evi" anlatılıyor sanıyorsunuz ama tam bu değil, aslında bu evin bulunduğu şehirin insanlarından bahsediyor roman. Bazı kahramanlar bu şehirden geçtikleri için, bazı kahramanlar ise bu şehirde yaşadıkları için romanın konusu oluyor. Romanın içinde şehirde ki tüm dedikoduları, yaşanan evlilikleri, ayrılıkları, aldatmaları, eşcinsel ilişkileri, internet üzerinde yapılan seks sohbetlerini, kadına-erkeğe-çocuğa yönelik istismarları ve şiddeti (daha pek çok şey sıralayabilirim) bulabilirsiniz. Kısaca bir şehirde neler yaşanıyorsa, ne gibi sorunlar ve mutluluklar varsa herşey bu kitabın içinde var. Hayatın ta kendisi diyebiliriz. Zaman zaman şehrin farklı zaman dilimlerinde ki yaşantısı da anlatılıyor. Mesela; Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti zamanında yaşanan olaylar gibi.
Kısa kısa öyküleri seviyorsanız, insanların hayatlarını okumaktan keyif alıyorsanız bu kitap size göre demektir. İyi okumalar dilerim...
26 Nisan 2014 Cumartesi
Günün Şiiri: Murathan Mungan/Eskidendi, Çok Eskiden
Eskidendi, Çok Eskiden
Hani erken inerdi karanlik,
Hani yagmur yagardi inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işiklar yanardi evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamişken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani şarkilar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençligimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.
Şimdi ay usul, yildizlar eski
Hatiralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.
Hani erken inerdi karanlik,
Hani yagmur yagardi inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işiklar yanardi evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamişken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani şarkilar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençligimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.
Şimdi ay usul, yildizlar eski
Hatiralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.
25 Nisan 2014 Cuma
Vakti Geldi
Bu hafta Haldun Taner Sahnesi'nde izlediğim oyun Vakti Geldi'ydi. Kadına yönelik şiddeti işleyen ve güzel de işleyen bir oyundu. Oyunun yazarı genç bir kişi; Gökhan Erarslan, yönetmeni ise Naşit Özcan. Üç erkek ve bir kadından oluşan, dört kişilik bir oyuncu kadrosuna sahip. Erkeklerden biri emekli bürokrat, biri profesör bir diğeri ise iş adamı. Üçünün de ortak yanı politikaya atılmak istemeleri ve bir partide milletvekili adayı olmaları. Kadının rolü ise çok gizemli ve trajik - daha doğrusu oyunun başında trajik, oyunun sonunda farklı bir duruma bürünüyor.
Ülkemizin en önemli problemlerinden biri kadına yönelik şiddet. Gün geçmiyor ki bir cinayet haberi almayalım. Tacize uğrayanlar, tecavüze uğrayanlar, dövülenler ve ne yazık ki öldürülenler... Oyunun tanıtım broşüründe kadın cinayetlerinin 2007'den 2009'a kadar yüzde 1400 oranında arttığı yazılmış. Oyunda verilmek istenen mesaj da bu.
Yıllar önce sıkı yönetim zamanında arkadaşlarının tecavüzüne uğrayan bir kadın ne yazık ki hakkını arayamaz ve yaşadığı travmayla başbaşa kalır. Olayın şokunu atlatamadan hamile olduğunu anlar ve çocuğu doğurur. Oyundaki kadın bir tecavüz çocuğudur, erkekler ise sınıf arkadaşına tecavüz eden sapıklardır. Hepsi hayatını kurmuş ve iyi bir kariyer yapmışlardır, bir tanesi hariç o da tecavüze uğrayan zavvalı kadın. Kadının oyun boyunca istediği tek şey babasının kim olduğunu öğrenmesidir ama bunu ne yazık ki kimse bilmemektedir. Baba, üç adamdan biridir ama kimdir? Tam bir muamma. En sonunda kadın erkekleri tehdit etmeye başlar. Böylece sahnede kadına yönelik bir şeddete daha tanık olur seyirci. Çünkü üç adam kadını oyuna getirir ve öldüresiye döverler. Oyunun sonunu özellikle yazmayacağım. Çünkü umduğumuz gibi bitmez oyun.
Verdiği mesajı, oyunculukları, dekoru ve özellikle ışığı çok beğendim. Işık dalında ödül bile almalı diye düşünüyorum. İzlemenizi tavsiye ederim.
14 Nisan 2014 Pazartesi
Çin Kahvesi
Hafta sonu tatilimi yine harika bir şekilde değerlendirdim. Hem cumartesi hem de pazar kitap gruplarımın toplantıları vardı. İyi ki katılmışım bu gruplara, bende terapi etkisi yaratıyor.
Pazar öğleden sonra Kadıköy Haldun Taner'de Çin Kahvesi oyununu izledim.Artık yavaş yavaş tiyatro sezonu kapanıyor ve her yıl olduğu gibi bu bana hüzün veriyor. Gerçi yazın da ayrı etkinlikleri var Açık Hava konserleri gibi ama nedense kışı daha çok seviyorum ben. Neyse, gelelim tiyatromuza...
Oyunda ilk dikkatimi çeken tabiki dekor oldu ( malum oyun başlamadan önce sahneye baktığımız için doğal olarak dekoru inceliyor insan). Home ofis olarak kullanılan bir ev dekoru gördüm, oyunculardan birinin mesleği hemen dekorla anlaşıldı; oyuncularımızdan biri fotoğrafçı. İki kişilik, tek perdelik ve bir saat 20 dakikalık bir oyun.Oyunun yazarı Ira Lewis, yönetmeni ise Can Doğan. Oyuncular ise Can Başak ve Aziz Sarvan. Bu oyunun Hollywood tarafından filmi de çekilmiş. Baaşrollerde de Al Pacino ve Jerry Orbach oynamış. Bir fırsatını bulduğumda filmini de ilzeyeceğim.oyunun dekorunda kullanılan fotoğraflarda Al Pacino gözümden kaçmadı.
Oyun iki arkadaşın hikayesinden oluşuyor Harry ve Jake. Biri tiyatro fotoğrafları çeken bir fotoğrafçı diğeri ise roman yazan bir yazar. Her ikisi de beş parasız ve her ikisi de mutsuz. Geçmişlerinden ve geçmişte yaşadıkları ilişkilerden kurtulamayan, kendilerine yeni bir hayat da kuramayan bu iki arkadaşın hem birbirlerine ihtiyaçları vardır hem de birbirlerinden rahatsızdırlar. Bu rahatsızlık arkadaşının hayatını çalarak romanına konu edinmesiyle hat safhaya çıkar. Sorun çözülmez fakat oyun biter... Seyirci bu sorunun oyundan sonra da devam ettiğini düşünerek salonu terk eder.
Oyunculukları gayet başarılı buldum, dekor güzel, ışık güzel ve oyunun konusu güzel. Kötü olan tek şey seyircilerin içinde yerli yersiz kahkahalar atan kişilerdi. Buradan da şöyle bir sonuca varıyorum: Her tiyatroya gelen tiyatro izleycisi olmuyor malesef. Bu gibi durumlarda kişilere kızmıyorum onlar da böyle böyle eğitilecekler diye düşünüyorum. Neyse tiyatrolar olsun da biz bu tür seyircilere katlanmaya razıyız.
12 Nisan 2014 Cumartesi
Pastoral Senfoni
Nobel ödüllü yazar Andre Gide'den kısacık ve akıcı bir kitap. Bir gün değil, birkaç saatte okuyabileceğiniz güzel bir roman.
Kitapta bir papazın kör bir kızla yaşadığı aşkı anlatılıyor. Kitaba Pastoral Senfoni adının verilmesi ise çok anlamlı. Çünkü papaz renkleri müzikle anlatıyor. Kör olan bir kişiye renkleri bu şekilde anlatmak bana etkileyici geldi. İşin güzel yanı kız senfoninin etkisiyle renklerin ne kadar güzel olduğunu fark ediyor. Anlatmakta zorlandıkları renkler ise siyah ve beyaz oluyor. Bunları ise orkestranın çıkardığı tiz ve bas sesleriyle anlatmaya çalışıyor. Tiz ses beyazı, bas ise siyahı anlatıyor.
Kitabın diğer kahramanları ise papazın eşi ve oğlu. Papazın kör kızla kurduğu bu ilişki papazın eşini rahatsız ediyor. Oğlu ise bu kıza aşıktır. Oğlunun aşkından haberdar olan papaz bu durumdan son derece rahatsız olur ve oğlunu şehir dışına okumaya gönderir. Kör kız ise papaza aşık olduğunu, oğluna karşı bir şey hissetmediğini söyler. Neyse gel zaman git zaman bu kız ameliyat olur ve artık görmeye başlar. Görmeye başlamsıyla birlikte hayat ona acı verir. Çünkü papazın eşinin kendisinden kaynaklanan acısını görür ve bu kadına çektirdiği acılar için çok üzülür. Daha da kötüsü papazın oğlunu görür ve O'na aşık olur, bundan dolayı da papaza öfke duyar. İntihara kalkışır fakat başarılı olamaz. Yaşadığı bu acıları papazla paylaşır ve daha sonra hastalanarak ölür. Papaz ise işlediği günahlarla başbaşa kalır.
Çok uzun ve kalın kitaplar okumaktan hoşlanmıyorsanız ve okuyacağınız kitabın akıcı olmasını istiyorsanız, bu kitabı size tavsiye edebilirim. Keyifli okumalar...
7 Nisan 2014 Pazartesi
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
Milan Kundera'nın yıllar önce Gülünesi Aşklar kitabını okumuştum ve açıkcası çok da etkilenmemiştim ( acaba ruh halim mi uygun değildi kitaba? Yeniden okumak gerek diye düşünüyorum). Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ise hayranlılkla okuduğum hem çevirmene hem de yazara saygı duyduğum bir roman oldu. Deneme tarzında yazılmış bir roman ( sanırım deneme tarzındaki romanlar benim daha çok hoşuma gidiyor). Satır aralarında toplumla, cinsellikle ve siyasetle ilgili harika çözümlemeler var. Kitabı okurken bol bol not aldım. Bazı paragrafları üç dört defa okudum ve her okuyuşumda yazara bir kez daha hayran kaldım. Kitabın filmi 1988 yılında çevirilmiş. Filmi izledim internetten ama kesinlikle kitabı filmden çok daha güzel.
Kitapta dört ana kahraman var. Bunlar; Tomas, Tereza, Sabina ve Franz. Hepsi Çekoslavakya'da yaşıyor. 1960'lı yıllar Ruslar'ın Çekoslavakya'yı ele geçirdikleri dönemler. Tomas Prag'ta yaşayan bir cerrahtır. Cerrahlığının yanısıra kadınlar arasında çapkınlığıyla da ünlüdür. Pek çok kadınla birlikte olur ama bunlardan ikisi Tomas için gerçekten değerlidir. Biri ressam olan Sabina diğeri ise karısı Tereza. Bana kalırsa Tomas Sabina'nın güçlülüğüne Tereza'nın ise güçsüzlüğüne aşıktı. Tereza güçsüz olduğu içinde onunla evlendi. Fakat kitapta Tomas Tereza'ya karşı neden zayıf olduğunu tam çözemiyor aslında bir yandan da onu bırakamıyor.Franz ise bir öğretim görevlisidir ve O'da Sabina'ya aşıktır. Fakat Sabina'yla bambaşka hayatları vardır. Gerek siyasi düşünceleri gerekse hayata bakışları tamamen birbirlerinden farklıdır. Sabina bunu farkeder farketmez Franz'ı terkeder. Bu dört kahramandan sadece Franz Komünizme ilgilidir hatta komünisttir, diğerleri ise komünizme karşıdırlar. Özellikle komünistlerin halkın üzerinde kurdukları baskıdan son derece rahatsızdırlar. Bununla birlikte Sabina'nın bir rahatsızlığı daha vardır: O da komünistlerin sanat üzerindeki baskısıdır.
Kitap yedi ana başlıktan oluşuyor, bunlar:
I. Ağırlık ve Hafiflik
II. Ruh ve Beden
III. Yanlış Anlaşılan Sözcükler
IV. Ruh ve Beden
V. Ağırlık ve Hafiflik
VI. Büyük Yürüyüş
VII. Karenin'in Gülümseyişi
Kitap özel ilgi isteyen bir kitap. Yani şöyle; otobüste, metroda okunacak türden değil. Sessiz ve sakin bir ortamda kafanızı vererek okuduğunuzda anlaşılabilen hatta çok da güzel tat bırakan bir kitap. Bu yazarın tüm kitaplarını okumaya karar verdim. Kitaptan bir kaç alıntıyla yazımı bitirmek istiyorum.
"Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın."
"Aşk çiftleşme arzusunda duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur."
"Gözü daha yükseklerde bir yerde olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır."
5 Nisan 2014 Cumartesi
Kontrabas
Neredeyse her hafta sonu Küçük Sahne'ye gider oldum. Bu durumdan hiç şikayetçi değilim çünkü Beyoğlu'nu çok seviyorum.
Geçen hafta sonu Kontrabas oyununu izledim. Oyunun yazarı benim çok sevdiğim yazarlardan biri Patrick Süskind. Oyunu izledikten sonra bu oyunun kitabını da almaya karar verdim. Müthiş replikler daha doğrusu altı çizilecek, üstünde düşünülecek çok satır var bu kitap ve oyunda. Oyun Metin Belgin tarafından yönetilmiş. Tek perdelik ve tek kişilik bir oyun.
Oyunda bir müzisyeni canlandıran Olcay Kavuzlu'nun performansı çok iyiydi. Yalnız yaşayan bir müzisyenin toplumla, kadınlarla, cinsellikle ilgili duygu ve düşüncelerini anlatan bir oyun. Toplumun tabakalarıyla bir orkestranın tabakalarının karşılaştırılması ve alt tabakaya Kontrabas'ı koyması çok güzeldi. Ayrıca bestecilerle ilgili verdiği bilgiler ilginçti. Bu arada oyunun müzikleri tabiki çok iyiydi. Oyunda bol bol da ünlü bestecilerin dedikoduları yapılıyordu; mesela Mozart, Beethoven. Bach..gibi.
Klasik müziğe ilginiz varsa kaçırmayın derim.
4 Nisan 2014 Cuma
Günün Şiiri/ Şükrü Ağaçdalı
Sana güzel sözler biriktirdim bir ara,
Unuttum hepsini sonra.
Dilde söylenecek söz,
Yürekte çekilecek gam kalmadı.
Sana anlatacağım bir masal vardı, değişti adı;
Yedi cüceler bir eksik artık.
Bugün neşeliyi toprağa verdik...
Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş
İstanbul Devlet Tiyatrolarında bu yıl oynamaya başlayan bir oyun.
Bir perde, bir saat onbeş dakikalık bir oyun. Yazarı İsrail'li yazar
Hanoch Levin, yönetmen ise Kenan Ayan. Oyuncuları; Musa Uzunlar, Ülkü duru ve İşdar Gökseven.
Oyunun konusunu ve oyuncuların performansını çok beğendim. Otuz yıldır Leviva'yla evli olan Yona karısını sevmesine rağmen bu evlilikte son derece sıkılmıştır ve bir gece karısını terk etmeye karar verir. Evliliklerin zamanla nasıl monoton hale geldiği ve bu durumun çok sıkıcı boyutlara gelebileceği anlatılmış oyunda. Düşünün; söyleyeceğiniz sözlere birebir ne cevap vereceğini bildiğiniz bir eşiniz var ve otuz yıldır hep aynı konuşmalar, aynı cevaplar, aynı tehditler ve aynı sitemler. Gerçekten sıkıcı olsa gerek. Oyunda tüm bu konular mizahi bir dille anlatılmış. Eğlenceli bir oyun ve çocuklara uygun olmayan bir oyun. Gitmenizi ve oyuncuların performansını görmenizi tavsiye ederim.
Oyunun konusunu ve oyuncuların performansını çok beğendim. Otuz yıldır Leviva'yla evli olan Yona karısını sevmesine rağmen bu evlilikte son derece sıkılmıştır ve bir gece karısını terk etmeye karar verir. Evliliklerin zamanla nasıl monoton hale geldiği ve bu durumun çok sıkıcı boyutlara gelebileceği anlatılmış oyunda. Düşünün; söyleyeceğiniz sözlere birebir ne cevap vereceğini bildiğiniz bir eşiniz var ve otuz yıldır hep aynı konuşmalar, aynı cevaplar, aynı tehditler ve aynı sitemler. Gerçekten sıkıcı olsa gerek. Oyunda tüm bu konular mizahi bir dille anlatılmış. Eğlenceli bir oyun ve çocuklara uygun olmayan bir oyun. Gitmenizi ve oyuncuların performansını görmenizi tavsiye ederim.
Sirke Tadında Böğürtlen Reçeli
İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynayan iki perdelik ve iki saat on dakikalık harika bir oyun. Oyunun yazarı A.Kadir Bozkurt, yönetmeni ise A.Zuhal Ergen. Oyuncular ise Bensu Orhunöz ve Mert Tanık. Her iki oyuncuyu da çok beğendim. Performanslarından dolayı her ikisini de kutluyorum. Özellikle Mert Tanık'ın o aniden değişen mimikleri çok iyiydi. Bunu görebilmeniz için oyunu ön sıralardan izlemenizi tavsiye ederim. Şimdi bunu yazınca sanki Bensu Orhunöz'ün mimikleri iyi değilmiş gibi algılanıyor ama kesinlikle değil, her iki oyunucu da bu konuda çok iyiydi.
Oyun sanki yabancı bir ülkede geçiyormuş gibi yer ve kişi isimleri yabancı isimlerden seçilmiş. Oysa bariz bir şekilde Türkiye'nin 12 eylül dönemini anlatan bir oyun. Askeri darbe döneminde bir yazar ve eşinin yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Anlatırken de yaşamın nasıl hem sirke hem de böğürtlen reçeli tadına döndüğünü gösteriyor. Aslında hepimizin yaşamı öyle kimi zaman sirke tadında kimi zamanda reçel tadında ( hangi reçel olduğuna siz karar verin artık). Candan Erçetin'in Elbette şarkısı gibi " Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağım". Kimi yaşamı ilkbahar ve sonbahara benzetmiş kimiyse sirke ve reçele. Ne güzel benzetmeler bunlar. Neyse oyunumuza geri dönelim.
Aslında oyunun ana konusu kadın erkek ilişkisi. Oyuncular bir karı kocayı canlandırıyor ve oyun tersten başlıyor. Yani şöyle tersten; oyunun ilk bölümü yaşlılık dönemi ikinci kısmı yetişkinlik üçüncü kısmı ise ilk evlendikleri yıllar olan genç yetişkinlik dönemi. Kısaca sahnede sürekli gençleşen bir karı kocayla karşı karşıyasınız. Her üç dönemde de birbirini seven hatta birlikte intiharı seçecek kadar da birbirlerine bağlı olan bir çift. İşin komik yanı her dönemlerinde en az bir defa intihara teşebbüs ediyorlar ama bir türlü ölemiyorlar. İçtikleri ilaç neyse bir türlü öldürmüyor bu çiftimizi. Bir çiftin yaşayabileceği her şey vardır ilişkilerinde. Sevgi, kıskançlık, ihanet, kırgınlık, mutluluk... vb. Oyunun ilk bölümünde bunamayı da birlikte yaşadıklarını görüyorsunuz. Öyle güzel işlenmişki sevgileri; öyle bir sevgiye özlem duyarak izliyorsunuz. Bir defa hayata gelip böyle bir şeyi yaşamadan ölmek gerçekten acı veriyor insana, bazen... Neyse.
Oyun için gidin izleyin diyeceğim.
Tiyatroda beni rahatsız eden tek şey gelen izleyici kitlesiydi. Bir okul gelmişti izlemeye, sanırım öğrencileri ortaokula gidiyorlardı. Bence öğretmenlerin oyun tercihleri hiç iyi olmamıştı. Bu oyun o yaş grubundaki öğrencilere ve onların hayatlarına hiç hitap etmiyordu. Ne yazık ki halk olarak, ister anne-baba olalım isterse öğretmen, çocukların ve gençlerin yetiştirilmesinde hangi filmlerin ve hangi oyunların izletileceğini bilmiyoruz. Buna, gittiğim pek çok oyunda ve filmde tanık oldum. Kesinlikle yaş grubuna uygun olmayan oyun ve filmlere çocuklarımızı götürüyoruz. Eminim bu oyuna gelen çocukların öğretmeni de bu oyunun içeriğini bilmeden çocukları bu oyuna getirmiştir. Bilseydi getirmezdi. Sosyal faaliyet yapmış olmak için bir şeyler yapmak bana hep ters gelmiştir. Yapacağımız her sosyal faaliyetin insanlara bir katkısı olmalı, olmayacaksa yapılmasın daha iyi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)