27 Aralık 2016 Salı
Sergüzeşt
Dün kimya öğretmeni arkadaşım okulun kütüphanesine pek çok kitap getirmişti. Ben de kitapları inceleyip merak ettiklerimi ödünç olarak aldım. Ödünç aldım diyorum çünkü henüz kütüphanecilik kulübüne verilmese de bu kitaplar kütüphaneye ait. Aldığım kitaplardan biri Okul Sıkıntısı diğeri ise Sergüzeşt'i.
Sergüzeşt ince ve akıcı olduğu için bir günde ( hatta bir akşam da) bitiverdi. Samipaşazade Sezai'ye ait olan bu kitabı hep duyardım ama hiç okumamıştım. Dün sonunda okumuş oldum.
Kitap Çerkez bir köle olan Dilber'in küçük yaşlarda ailesinden kopartılarak İstanbul'a gelişiyle başlıyor. Anne özlemi çeken küçük kız ilk satıldığı evde sürekli dayak ve kötü muamele gördüğü için çok mutsuz oluyor. Hatta öyle ki evden bile kaçıyor. Sonrasında bu aileden tekrar köle tacirlerine satılıyor. Oradan da İstanbullu başka bir aileye satılıyor. Bu ailede mutlu oluyor Dilber, hatta aradığı aşkı da buluyor. Evin oğlu Celal Bey'le aralarında bir aşk başlıyor. Ne yazık ki evin hanımı bu durumdan haberdar olur olmaz Celal Bey'den gizli Dilber'i tekrar köle tacirlerine satıyor. Dilber buradan Mısır sarayına satılıyor. Kitabın sonunda aşıklar birbirine kavuşamıyor; biri deliriyor biri de ölüyor. Kitap bu şekilde bitiyor.
Dili son derece basit ve akıcı. Konusu ilk etapta ilgimi çekse de sonrasında basit bir karasevdaya dönüşmesi pek hoşuma gitmedi. Konuyu basit ve sığ buldum. Bu arada kitabın ismi ne anlama geliyor diye merak ettim ve "serüven, macera" anlamına geldiğini öğrendim. Böylece kitabın ismini de basit buldum.
Yaşadığı dönemin önemli yazarlarından olan Samipaşazade Sezai, bu kitabı yazdıktan sonra Osmanlı'nın kendisini göz hapsine aldığını düşünüp yurt dışına gitmiş ve orada Jön Türklere katılmış. 1860 ve 1936 yılları arasında yaşamış. Bazı internet sitelerinde Türk edebiyatına realizmi getiren kişi olarak ifade edilmiş. İlk küçük hikayeler yine bu yazar tarafında yazılmış.
Kitaptaki kimi sorgulamalar güzel olmakla birlikte, bana yine de basit geldi. Bu nedenle tavsiye kısmını es geçip okuyup okumama konusunda kararı sizlere bırakıyorum. Sevgiler...
26 Aralık 2016 Pazartesi
Filler Sultanı İle Kırmızı Sakallı Topal Karınca
Yaşar Kemal'in bu kitabını daha önce hiç duymamıştım. Bu yıl edebiyat öğretmenleri 10.sınıflara bu kitabı ödev olarak vermişler. Öğrencilerde görünce merak ettim ve ben de okudum.
Yaşar Kemal bu kitabıyla hem büyüklere hem küçüklere masal anlatmış. Sömürünün ne demek olduğunu, sınıf farklılıklarını hayvanlardan örnek vererek anlatmış. Bana biraz hayvan çiftliğini anımsattı. Hayvan Çiftliği nasıl komünizm eleştirisiyse, bu kitap da kapitalizm eleştirisi olmuş. Kitapta en çok beğendiğim şey ise şu oldu. İster fil ister kuş isterse karınca olsun hepsi insanoğluna benzemekten korkuyor. Şu söz sık sık söyleniyor; " sizin bu yaptığınızı ancak bir insan bir insanoğluna yapabilir, hayvanlar aleminde bu olamaz." Bu sözlerle hayvanlar, ne yaparlarsa yapsınlar insanlar kadar acımasız vahşi olamayacağını söylüyorlar. Bence de haklılar.
Kitap bol bol resimlerle süslenmiş. Lise çağındaki çocukların rahatlıkla okuyabileceği bir kitap. Bizim yaşlar için biraz basit kalmış. Ama benim gibi masal tadında kitaplar okumaktan hoşlanıyorsanız size de tavsiye ederim. Sevgiler...
25 Aralık 2016 Pazar
Geç Kalanlar
Cumartesi günlerini çok seviyorum. Hele bir de tiyatro izleyeceksem daha çok seviyorum. Dün biraz erken gittim Üsküdar'a. Arkadaşımla kahve içtikten sonra biraz boğazı seyredelim dedik. Ne muhteşem bir görüntü ( şimdi aklıma geldi neden fotoğraf çekmedim ki). Her havada ayrı güzel bu boğazın görüntüsü. Dünün yağmurlu ve kasvetli havasında da çok ama çok güzeldi. Soğuğu iliklerime kadar hissettikten sonra, tiyatroya doğru yürümeye başladım. Bu yürüyüş sayesinde Üsküdar'ın yokuşlarında yeniden ısınmış oldum.
Dün Geç Kalanlar oyununu izledim. Tiyatroda bir tane bile boş koltuk yoktu. Oyun başladığında da anladım neden boş koltuk olmadığını. Tahmin ettiğiniz gibi oyun çok etkileyiciydi.
Oyunun yazarı Pervin Ünalp'miş ( kendisini tebrik ediyorum), yönetmeni Nihat Alpteki, oyuncuları ise: Elçin Atamgüç, Zafer Kırşan, Defne Gürmen, ve Vildan Gürelman.
Oyuncuların hepsi muhteşem bir performans sergilediler. Hatta o kadar muhteşemdi ki oyunun sonunda boğazımda bir yumruk, gözlerim dolu dolu çıktım salondan. İnsan tiyatroda ağlar mı yahu? Uyarmadın demeyin, bu oyunda ağlayabilirsiniz.
Oyunun metni kitap olsa altını çizeceğim not alacağım pek çok cümleyle doluydu. Hayata dair pek çok ders içeriyordu. Kadın erkek ilişkilerine dair çok güzel sorgulamalar vardı. En önemlisi kırgınlıklarla geçirdiğimiz bir dolu zamanımızı nasıl boşa harcadığımızı anlatıyordu oyun, tabi ki özür dilemenin ve affetmenin de öneminden bahsediyordu. Çoğumuzun söylemekte zorlandığı "seni seviyorum" sözünün önemini kafanıza vura vura gösterirken gözleriniz dolu dolu oluyordu.
Bence bu oyunu herkes izlemeli. Ders alınacak çok fazla şey var. Hatta GEÇ KALMADAN izlenmeli. Buradan hemen oyunun ismine de gönderme yapmış olayım. Hayatta bazı şeylere geç kalındı mı hiçbir anlam ifade etmiyor. İşte oyunun asıl vermek istediği mesaj bu. Geç kalmadan özür dileyin, geç kalmadan affedin, geç kalmadan seni seviyorum deyin.
Buradan şehir tiyatrolarına teşekkür etmek istiyorum. İzlediğim iki oyunda da ( Cyrano de Bergerac) mest olarak çıktım. İyi ki tiyatro var. İyi ki sanat var. Teşekkürler...
22 Aralık 2016 Perşembe
Celile / Ela Gözlü Pars
Üç gün de okuyup bitirdiğim bir kitapla karşınızdayım. Osman Balcıgil'in daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. Bu ilk kitabım oldu. Açıkçası kendisinden haberim yoktu. Yani böyle bir yazarı hiç duymamıştım. Meğer dokuz tane romanı varmış. Bu kitabı öğrencilerimin elinde gördüm, konu Nazım Hikmet'in annesi olunca okumak istedim.
Kitap 416 sayfa. Ama bölüm aralarında boş sayfaları çok olduğu için aslında daha az sayfadan oluşuyor. Okurken edebi bir tat alamadım. Ama akıcı ve rahat okunan bir kitaptı. Bazı bölümler arasında da kopukluklar vardı. Yahya Kemal'le tam olarak nasıl ayrıldıklarını anlayamıyorsunuz. Orada sanki bölüm atlanmış gibiydi. Kitap bir yerde de 1922 yılından pat diye 1924 yılına geçiyor. Bir de bana, tam bir araştırma yapılmamış gibi geldi. Ben çok daha detaylı anılar ve bilgiler bulacağımı düşünürken, sosyal medyada ve medyada sık sık dile getirilen olaylardan ibaret olduğunu gördüm.
Bununla birlikte Celile'nin yaşam tarzı, seyahatleri, kayınpederi ve babasıyla kurduğu iletişimi çok modern buldum. Tek başına, hem de savaş yıllarında; Halep'e, Paris'e falan gidiyor. Büyük cesaret doğrusu. Yazarın dediği gibi özgür ruhlu bir kadın. Çizdiği Nü resimler, O'nun ne kadar cesur olduğunu gösteriyor.
Bu kitap, sanki biraz hızlı yazılmış, aceleye getirilmiş gibiydi. Edebi bir tat da bulamayınca, okumak zaman kaybı gibi geldi bana. Bu nedenle tavsiye konusunda net değilim.
Sevgiler...
18 Aralık 2016 Pazar
Hayal
Harika bir Ayşe Kulin kitabıyla karşınızdayım. Kitap, Yahya Kemal Beyatlı'nın "İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar." sözleriyle başlıyor.
Hayal'de yazar kendi anılarını yazmış. 1983 ve 2013 yılları arasında yaşadıklarını bizimle paylaşmış. Artısıyla eksisiyle tüm yönlerini bence objektif bir biçimde vermiş. Bu arada kitaplarını nasıl yazdığını, nasıl araştırmalar yaptığını ve nerelere gittiğini de yazmış. Böylece kitap yazarken neler yapılıyor bunları da öğrenmiş oldum. İnsanlarla yaşadığı sorunları anlatırken kendi öz eleştirisini de güzel bir şekilde satırlara dökmüş.
Kitabın en güzel sorgulamalarından biri şuydu: Çok satanlar içinde olmak kalitesiz yazar olmak demektir. Evet Ayşe Kulin'de çok satanlar arasında ama bu O'nun kalitesiz olduğunu tabi ki göstermez. Ama sade bir okur olarak şunu söyleyebilirim; kitapları bir belgesel niteliğinde olmakla birlikte bir edebi eser değil. Ayşe Kulin'in sanırım iki üç kitabı haricinde tüm kitaplarını okumuşumdur ve keyifle okumuşumdur. Ama edebi bir tat alamamışımdır. Aslında tartışılması gereken şey edebi olup olmadığı olmalı, kaliteli olup olmadığı değil. Herkese hitap ediyor diye küçümsenmemeli kitaplar (hani şu dağdaki çoban da okuyor söylemleri gibi). Bu yüzden çok satanları da okurum ve küçümsemem yazarlarını. Biz iki satır bile yazamayanlar olarak sayfalarca kitap yazanları küçümseme hakkımız yok diye düşünüyorum.
Kitaba Hayal ismini vermesi çok anlamlı olmuş. En önemli hayali yazar olmakmış, kitap bunun üzerine kurulu. Ben çok beğenerek okudum. Sizlere de tavsiye ederim...
Hayal'de yazar kendi anılarını yazmış. 1983 ve 2013 yılları arasında yaşadıklarını bizimle paylaşmış. Artısıyla eksisiyle tüm yönlerini bence objektif bir biçimde vermiş. Bu arada kitaplarını nasıl yazdığını, nasıl araştırmalar yaptığını ve nerelere gittiğini de yazmış. Böylece kitap yazarken neler yapılıyor bunları da öğrenmiş oldum. İnsanlarla yaşadığı sorunları anlatırken kendi öz eleştirisini de güzel bir şekilde satırlara dökmüş.
Kitabın en güzel sorgulamalarından biri şuydu: Çok satanlar içinde olmak kalitesiz yazar olmak demektir. Evet Ayşe Kulin'de çok satanlar arasında ama bu O'nun kalitesiz olduğunu tabi ki göstermez. Ama sade bir okur olarak şunu söyleyebilirim; kitapları bir belgesel niteliğinde olmakla birlikte bir edebi eser değil. Ayşe Kulin'in sanırım iki üç kitabı haricinde tüm kitaplarını okumuşumdur ve keyifle okumuşumdur. Ama edebi bir tat alamamışımdır. Aslında tartışılması gereken şey edebi olup olmadığı olmalı, kaliteli olup olmadığı değil. Herkese hitap ediyor diye küçümsenmemeli kitaplar (hani şu dağdaki çoban da okuyor söylemleri gibi). Bu yüzden çok satanları da okurum ve küçümsemem yazarlarını. Biz iki satır bile yazamayanlar olarak sayfalarca kitap yazanları küçümseme hakkımız yok diye düşünüyorum.
Kitaba Hayal ismini vermesi çok anlamlı olmuş. En önemli hayali yazar olmakmış, kitap bunun üzerine kurulu. Ben çok beğenerek okudum. Sizlere de tavsiye ederim...
14 Aralık 2016 Çarşamba
Parma Manastırı
Uzun süredir klasik okumuyordum. Simurg kitap grubumun seçtiği Parma Manastırı'yla okumuş oldum. Büyük bir heyecanla aldım kitabı. Çünkü bu kitabı Balzac tam üç kere okumuş ve yere göğe sığdıramamış. Tolstoy'da Savaş ve Barış adlı eserinde savaş sahnelerini bu kitaptan esinlenerek yazmış. Böyle övgüleri duyunca beklentimi yükselttikçe yükselttim.
Önce çalıştığım okulun kütüphanesine baktım. Kitap vardı ve 200 sayfaydı. Ufak çaplı bir şok yaşadım. Çünkü kitap 560 sayfa civarında diye duymuştum. İletişim ve Can yayınlarından çıkan kitaplar 560 sayfa civarındaydı. Şokum ufak çaplıydı, çünkü Türkler bunu çok yapıyordu. Üç ciltlik bir eseri size 150 sayfada veriyorlardı. Hal böyle olunca internetten aldım kitabı. Gelene kadar da heyecanla bekledim.
" Hayattaki mutsuzlukların en önemli kaynağı beklentimizi yüksek tutmaktır." diyerek ona buna ahkam kesen ben, bu kitabı beklerken aynı hataya düştüm. Kitabın ilk yüz elli sayfasını okuduğumda hala kitabı sevememiş ve karakterlerine de ısınamamıştım. Bu ruh halim 560 sayfa bitene kadar da sürdü. Kitapla ilgili tüm mutsuzluğumun kaynağı beklentimin yüksek olmasaydı. Şu da olabilir; zaman zaman ruh halimizle kitap örtüşmeyebiliyor. Bu da kitabın içine girmemizi engelliyor ve okuduğumuz kitap bir işkence aleti haline dönüşebiliyor. Okuduğum kitabı yarıda bırakmamak gibi bir takıntım olduğu için sevmesem de zorlaya zorlaya okumaya devam ediyorum. Neyse..
Gelelim kitabın konusuna: Aslında kitap bir gerçek yaşam öyküsüymüş. Kahramanımızın adı Fabrizio. Napolyon aşığı olan Fabrizio onun için savaşa gönüllü katılır. Kitabın ilk bölümü bu savaşı anlatır. Savaşta yaşadıkları Fabrizio'nun güvenini sarsar. Çünkü insanlar onun gibi gönüllü değildir. Hatta zor durumda kaldıklarında hırsızlıkta yapabilmektedir. Daha sonra kahramanımız halasının da desteğiyle Parma'ya döner ve manastırda din eğitimleri alır. Halasının kendisine duyduğu aşka da kayıtsız kalır ( bu nasıl hala yahu). Bu sırada başka gönül ilişkileri olur. Onlardan biri de bir tiyatro sanatçısıdır. Tiyatro sanatçısının sevgilisiyle kavgaya girişir ve onu öldürür ( bu kavga bölümü bana son derece sahte geldi, inandırıcılığı olmayan bir cinayetti). Bir süre kaçak yaşadıktan sonra hapishaneye girer ve orada hayatının aşkıyla karşılaşır. Hapishaneden çıktıktan sonra rahip olarak sevgilisinin yaşadığı kasabaya gelir. Sonunda O'nunla yasak aşk yaşamaya başlarlar. Çünkü sevgilisi başka biriyle evlenmiştir. Kitabın sonunda da bütün kahramanlar değişik nedenlerle ölürler. Kitabın sonu sanki aceleyle bitirilmiş gibi geldi bana.
Roman 19.yüzyılda Paris'te yazılmış. Edebi akım olarak Realizm ve Romantizmden etkilenmiş. Dediğim gibi ben kitabı çok sevmedim ama seveni çok olan bir kitap. Bu nedenle sizlere de tavsiye ederim. Sevgiler...
8 Aralık 2016 Perşembe
Kabuk Adam
Okuldan arkadaşımın tavsiyesiyle okudum ve okuduktan sonra "iyi ki okumuşum" dediğim bir kitap. Aslı Erdoğan'ın kalemini çok beğendim: Sade, akıcı ve şiirsel bir anlatımı var. Kolay okunan bir kitap gibi görünse de satır aralarında uzun uzun düşündüren cümleler var. Eminim kim okusa takılır o cümlelere.
Kitabın konusu kısaca şöyle: Cern'de çalışmalar yapan fizikçilerin Karayiplere giderek seminerler yapması. Kitabımızın kahramanı da o fizikçilerden biri; ama Karayiplere gidiş nedeni fizik seminerlerinden çok bedava tatil yapma düşüncesi. Her ne kadar fizikçi de olsa gerçekte bir yazar. Adada yaşadığı her şeyi bir yazar olarak değerlendiriyor. Kabuk Adam ise adada tanıştığı deniz kabuğu satarak geçimini sağlayan Tony adlı bir yerlidir. Aralarında hem korkuya hem şüpheye hem de sevgiye dayalı bir ilişki başlar ve giderek aşka dönüşür.
Kitabı okurken altınız çizeceğiniz ve tekrar tekrar dönüp okuyacağınız o kadar çok cümle var ki, tıpkı Murathan Mungan kitaplarında olduğu gibi kitabın tüm cümlelerini yazacak duruma geldim.
Aslı Erdoğan Lire dergisi tarafından " Geleceğin 50 Yazarı" arasında gösteriliyormuş. Kitabı okuyunca gerçekten de girebilir bu 50 yazar arasına diye düşündüm. Edebiyatçılığıyla ilgili yapılan her övgüyü sonuna kadar hakkediyor. Kabuk Adam yazarın ilk kitabıymış ve 1994 yılında yayınlanmış. Bu kadar geç keşfettiğim için üzüldüm doğrusu. Ama zararın neresinden dönersek kardır.
Bu kitaptan sonra yazarın diğer kitaplarını da okumaya karar verdim. Eğer okumadıysanız sizlere de tavsiye ederim. Güçlü bir kalem ve güçlü bir hikaye...
Sevgiler...
Altını çizdiklerimden bir kaç tanesi ( hepsini yazmam mümkün değil):
Sayfa10: "Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı kara büyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir."
Sayfa 40: " Yardım istediğimiz insanlar, nedense size bedava bir ahlak dersi vermeye yükümlü sayarlar kendilerini."
Sayfa 42: " Yalnızlığa öyle alışmıştım ki bir başkasının ilgisini ancak bir tehdit olarak algılayabiliyordum. Yabani bir hayvanın insan karşısında tedirginliğine benzeyen bir duyguydu bu."
4 Aralık 2016 Pazar
Cyrano De Bergerac
Bu yıl tiyatro sezonumu çok ama çok güzel bir oyunla açtım. Dün akşam Ümraniye Sahnesi'nde Edmond Rostand'ın yazmış olduğu Cyrano de Bergerac oyununu izledim. Yazar bu eserinde 17.yüzyılda yaşayan şair ve silahşör Bergerac'ın gerçek yaşamını kaleme almış. Yıllar yıllar önce filmini izlemiştim ve yine çok beğenmiştim.
Oyun oldukça uzun; 2 saat 30dakika sürüyor ve iki perde. Ama konu iyi olduğu için seyirci sıkılmadan izleyebiliyor. Benim oyunda tek rahatsız olduğum şey zaman zaman müzik ve konuşmalar ya da şarkı ve konuşmalar aynı anda olduğu için oyuncuların konuşmalarını duyamadım. Bence bu duruma bir çözüm getirmeleri gerekiyor.
Son olarak Cyrano'yu canlandıran kişiyi çok beğendim. Oyunun neredeyse tüm replikleri onundu ve çok iyiydi.
Oyun güzel ve gerçekten izlenmeye değer. Sevgiler...
Oyun oldukça uzun; 2 saat 30dakika sürüyor ve iki perde. Ama konu iyi olduğu için seyirci sıkılmadan izleyebiliyor. Benim oyunda tek rahatsız olduğum şey zaman zaman müzik ve konuşmalar ya da şarkı ve konuşmalar aynı anda olduğu için oyuncuların konuşmalarını duyamadım. Bence bu duruma bir çözüm getirmeleri gerekiyor.
Son olarak Cyrano'yu canlandıran kişiyi çok beğendim. Oyunun neredeyse tüm replikleri onundu ve çok iyiydi.
Oyun güzel ve gerçekten izlenmeye değer. Sevgiler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)