28 Kasım 2015 Cumartesi
Tersine Dünya
Bugün Kozzy'de devlet tiyatrosu izledim. Bundan sonra devlet tiyatroları burada da oynayacakmış, çok mutlu oldum. Umarım sahneler artarak devam eder, tabi seyirciler de...
İzlediğim oyun Tersine Dünya'ydı. Daha önce filmini izlemiştim bu defa kısmet tiyatrosuymuş. Oyuna Tersine Dünya denmesinin nedeni kadınlarla erkeklerin yer değiştirmesi. Erkekler evde ev erkeği kadınlar işte iş kadını. Erkekler ikinci sınıf vatandaş, tacize uğrayan, şiddete uğrayan kişiler, kadınlar ise bu tacizleri yapan ve şiddet uygulayan kişiler.
Oyun müzikaldi ve müzikler bangır bangır olmadığı için güzeldi. Bitirim Leyla'nın alkole ve erkeklere düşkünlüğü sonucu hapishaneye girmesi, kocasının ve oğlunun dışarıda sahipsiz kalıp diğer kadınların tacizine uğramasını işliyor oyun.
Oyun iki perde ve iki saat. Konu eğlenceli tavsiye ederim. Sevgiler...
23 Kasım 2015 Pazartesi
Bozkırkurdu
Bu kitaba tam üç kez başladım ve üçünde de yarım bıraktım. Her başlayışımda kaldığım yerden değil, hep kitabın en başından başladım okumaya. Dördüncü kez başladığımda yine yarım mı bırakacağım diye düşünerek yine kitabın ilk sayfasından okumaya başladım. Bu defa bitirmeyi başardım. Kitap, bana göre çok zor okunan kitaplardan biriydi. Tutunamayanlar'ı okuyup bitiren bir kişi olarak bu kitabı okuyamamak bana çok ilginç geldi.
Zor okunan kitapları aslında hep sevmişimdir. Satır aralarında hep beni sarsan, şaşırtan bir deha bulmuşumdur. Bu kitapta aynen öyle kitaplardan biri. Ama ne yazık ki ben pek okuma modunda değildim. Son bir senedir gerçekleşen ve habire değişen acılar içerisinde yaşayan, bir Türkiye gündemi söz konusuydu. Kafamda öldürülen insanların acısı varken bu kitaba (itiraf ediyorum) yeterince konsantre olamadım. İleri bir tarihte bu kitabı tekrar okunacaklar listesine ekledim. Umarım Türkiye gündemi buna izin verir.
Bozkırkurdu, Hermann Hesse'in otobiyografik eseriymiş. Bozkırkurdu diye bahsettiği kişi aslında kendisiymiş. Kitabın ana konusu "aydın" diye ifade edilen kişilerin diğer insanlar üzerinde yarattıkları büyüklenmeler, onları küçümsemelerini işleyerek sözde "aydın"ların kendileriyle yüzleşmelerini sağlıyor ( Türkiye'de de bol miktarda mevcut bunlardan).
Kitaptaki kahramanın içinde bir bozkırkurdu ve birde insan var. Zaman zaman bunlar iyi geçinse de çoğunlukla birbiriyle geçinemez ve sürekli sorun yaratırlar. Kitaba bozkırkurdu adının verilmesinin de bir nedeni vardır: Bozkırkurdu'nu diğer kurtlardan ayıran temel özellik sürüye dahil olmaması ve tek başına bir yaşam sürmesidir ( ben de bozkırkurdu olabilirim). Yazar da kendisini yalnız bir kurt olarak görür. Aslında düşünen ve sorgulayan pek çok kişi toplumda hep yalnız kalır. Kimin sözüydü hatırlamıyorum "hakikat yalnızlaştırır". Bu kitaptaki kahramanı okurken hep bu söz aklıma geldi. Kahramanımız bir gazetede köşe yazarıdır ve yazdıklarından dolayı da çok tepki çeker ama o geri adım atmaz. Seviyorum böyle cesur insanları.
Neyse dediğim gibi kitabı tekrar okuyacağım. Sonra yeniden yorumumu yazarım. Sevgiler...
21 Kasım 2015 Cumartesi
Kerbela
Bugün günlerden tiyatro! Cumartesileri çok seviyorum çünkü cumartesi eşittir tiyatro.
Ümraniye Sahnesindeydim bugün. Kerbela oyununu izledim. İki perde ve tam üç saat süren bir oyundu. Süresinin bu kadar uzun olması bence izleyici için yorucu oluyor. İki saatten çok olmamalı oyunlar.
Oyun tam bir görsel şölen içeriyordu. Işıklar, kostümler oyuna mistik bir hava katmıştı. Oyuncu kadrosu son derece kalabalıktı. Oyunun yazarı Ali Berktay, yönetmeni Ayşe Emel Mesci, ışık tasarımı Cem Yılmazer, kostüm tasarımı Hale Eren'e aitmiş.
Oyunun konusu ise İslamiyetteki Kerbela katliamı. Peygamberin torunlarının Kerbela'da nasıl katledildiğini, İslamiyet'in iktidar mücadelesiyle gerçek özünden nasıl koparıldığı anlatılıyor. İktidar savaşı uğruna çocuk, kadın demeden herkes katlediliyor. İmam Hüseyin, Yezid'e biat etmeyip, hilafetini reddedince, Yezid ve askerleri İmam Hüseyin ve tüm çocukları Kerbela'da önce aç ve susuz bırakır sonra da öldürür. Böylece İslamiyet Emevi ailesinin eline geçer ve mezhepler oluşur.
Oyunun uzun olması haricinde her şeyi çok beğendim. Mutlaka izlenmesi gereken oyunlardan biri. İyi seyirler...
19 Kasım 2015 Perşembe
Kral Oidipus
Sophokles M.Ö. 496'da Atina yakınlarındaki Kolonos'ta doğmuş. Antik Yunan'ın en önemli tregedya yazarlarından biri olarak geçer. Yazarın 100'ün üzerinde oyun yazdığı ama bunlardan 7 tanesinin günümüze kadar geldiği söyleniyor.
Antik Yunan'da Tregedya yarışmaları olurmuş. Sophokles bu yarışmalarda defalarca birincilik ödülü almış. Sophokles, Eshilos ve Evripides'le birlikte Atina'daki üç büyük tregedya yazarından biri olarak kabul ediliyor.
Kral Oidipus yazarın kendine ait bir eser değildir aslında. İlk kaynağın Homeros olduğu düşünülüyor. Bu durum Sophokles'in işini zorlaştırmıştır. Çünkü bu eserle yarışmaya katılmıştır ve bilinen bu eseri halka cazip hale getirmek için de yenilikler yapmak zorunda kalmıştır.
Psikolojide ki Oidipus Kompleksinin ismi de yine bu tregedyadan gelmektedir.Gerçi bazı kaynaklarda Freud'un, Sophokles'ten değil, Shakespeare'in Hamlet oyunundan etkilenerek bu hastalık hakkında bilgi verdiği de yazılır. (Bana Hamlet olayı pek inandırıcı gelmedi. Eğer öyle olsaydı adı Hamlet Kompleksi olurdu, diye düşünüyorum).
Kitabın konusuna gelelim artık: Kral Oidipus'ta verilen ana fikir "yazgıya ya da kadere" karşı gelemezsindir.
Oidipus doğduğunda bir kahin, Oidipus'un babasına "bir oğlun olacak ve seni öldürecek" dediği için babası tarafından bir köylüye verilir. Babasının köylüden istediği çocuğun öldürülmesidir. Fakat köylü bu çocuğa kıyamaz ve O'nu çocukları olmayan bir aileye evlatlık olarak verir. Gün gelir Oidupus büyür ve bir kahin O'na yazgısının kötü olduğunu söyler. Çünkü bu kahine göre Oidipus babasını öldürecek ve annesiyle evlenecektir. Bunları duyan Oidipus endişelenir ve yazgısı gerçekleşmesin diye ailesinin yanından ayrılır ( ama ayrıldığı evlatlık verildiği ailedir). Yola çıktıktan bir süre sonra gerçek babasıyla karşılaşır ve O'nu öldürür. Babasından sonra da dul kalan annesiyle tanışır ve onunla evlenerek çocukları olur. Annesinin öldürdüğü adamın eşi olduğunu bilmez.
Gün gelir yaşadıkları şehirde Tanrılar sorunlar çıkarmaya başlar. Veba salgını başlar. Bu durumun neden olduğunu öğrenmek isteyen Oidipus Tanrı'ya bir elçi gönderir. Bu kişi eşinin erkek kardeşi yani dayısıdır. Eve dönen kayın biraderi durumu açıkladığında çok şaşıran Oidipus bir araştırma yaptırır ve babasını öldürdüğünü annesiyle de evlendiğini öğrenir. Bundan sonra kahrolur. Annesi yani eşi duruma dayanamaz ve intihar eder. Oidipus'ta gözlerini kör ederek şehri terk eder. Sonuç olarak Oidipus kaderinden kaçamamıştır.
Daha önce hiç tregedya okumamıştım. Sıkılacağımı ve okuyamayacağımı düşünürken tam tersi oldu. Büyük keyifle okudum. Ayrıca eserin 2500 yıllık bir tarihi eser olması da çok heyecan vericiydi.
Sahnede de izlemek isterdim. Aklıma gelmişken oyun ilk kez M.Ö. 428 yılında sahnelenmiş. Sahnelendiğinde Sophokles 68 yaşındaymış.
Kitap kurtlarına, böyle tarihi eserleri mutlaka okuyun derim. Sevgiler...
15 Kasım 2015 Pazar
Parkta Güzel Bir Gün
İki haftadır, cumartesi Moda Sahnesi'ne gidiyorum. Bu haftaki oyunum ise Parkta Güzel Bir Gün'dü. Komedi türünden olan tek perdelik bir oyundu. Yazarı Kierann Lynn, çeviren Yeşim Gökçe, yönetmen Kemal Aydoğan (sanırım bu sahnedeki oyunların yönetmeni hep aynı kişi), sahne tasarımı Bengi Günay, ışık tasarımı İrfan Varlı, oyuncular ise Mert Fırat, Didem Balçın ve Volkan Yosunlu.
Oyunun konusu ise, parka giden bir çiftin başına gelenler. Çiftimiz parkta bir bankta otururken bir görevli gelir ve tam ikisinin ortasından geçecek bir şekilde bir bant geçirir. Bu bant ülkenin yeni sınırıdır. Bir anda çiftimiz ayrı ülkelerde kalan iki insana dönüşürler ( konu olarak bana Propaganda filmini çağrıştırdı). Görevli, bantın dışında kalan, erkeğin kendi ülkesine geçmesine bir türlü izin vermez. Görevliyi canlandıran kişi Mert Fırat'tı. Tıpkı geçen haftaki En Kısa Gecenin Rüyası'nda olduğu gibi burada da görevli şiveli konuşmaktaydı. Bu şiveli konuşma fikri gerçekten çok güzel.
Oyunda her üç oyuncuyu da çok beğendim. Oyunculuklar gerçekten çok iyiydi. Ben bu oyunda özellikle konuyu çok beğendim. Çünkü oyunda oyuncular "vatandaşlık, özgürlük ve tabi ki sınır" kavramlarını sorguluyorlardı. Sınırsız bir dünya ne güzel olurdu ( gerçi böyle der demezde aklıma İşid geldi. İşidsiz ve sınırsız bir dünya süper olurdu, politikacıları da dahil edelim. Onlarda olmasın bu dünyada bence. Neyse coştum). Bir de Mert Fırat'ın canlandırdığı karakteri çok beğendim. Kendisine güveni olmayan, yetki verildiği için şaşıran ve kendisine inanmayan, kraldan çok kralcı olan, amirlerinin tepkilerine göre kendini değerli veya değersiz hisseden, kendi düşünceleri olmayan bir kişi. Aslında toplumda sıklıkla karşılaştığımız bir insan türü. Oyunda sorgulamaları en isabetli yapan kişi ise Didem Balçın. Çünkü diğer erkek karakterde aslında kendine güveni olmayan, hayatta bir amacı olmayan hayvanlar gibi (ördek) bir yaşamı olsun isteyen bir kişidir. Kadın karakter ise politikayla ilgilenen, gazeteleri takip eden ve her şeyle ilgili fikir oluşturmaya çalışan bir kişidir.Dolayısıyla tüm sorgulamaları yapan kişi de O'dur.
Konusunu, oyunculuklarını beğendiğim için sizlere de tavsiye ederim, bence izleyin hem eğlenin hem de düşünün. Sevgiler.
13 Kasım 2015 Cuma
Pi
Serinin son ve en kalın kitabını az önce bitirdim. Üçüncü kitapta da ana kahramanlar aynı kişiler, bunlara bir iki kişi daha ekleniyor. Eklenenlerden biri de Başbakan ( ya da cumhurbaşkanı). Bence yazar Tayyip Erdoğan'a söylemek istediklerini bu kitapta uzun uzun söylemiş. Ama Tayyip Erdoğan bu kitabı okur mu ya da kitap okur mu onu bilmem tabi.
Bu kitapta da en sevdiğim karakter yine Deniz oldu. Hem saygı duydum hem de hayranlık. En dibe vurup da kendi elleriyle güç alarak kalkan kişilerin o güçlü hallerine hep hayran kalmışımdır. Kendi hayatımda, örneğim hep bunlar olmuştur. Başarabiliyor muyum? Zaman zaman evet zaman zamansa ben de çaresizlik içinde kıvranabiliyorum. Öyle öyle geçiyor insanın kırgınlıkları, kızgınlıkları... Hayatta böyle zaten; inişli çıkışlı. Bazen güçlü bazen zayıf hissedersin. Ama yazarlar öyle kahramanlar yaratıyorlar ki ayağa kalkan kişi bir daha zayıflık hissetmiyor, bu kahramanlar da bana hep ütopik geliyor.
Neyse biz yine dönelim kitabımıza. Pi, 700 sayfalık bir kitap. Bu kitapta iki şey çok hoşuma gitti. Hani varsa böyle bir yer gidip görmek isterdim. Biri Deniz'in yarattığı Sokak; hatta o dans gösterilerini de izlemek isterdim. Bu arada yazarın dipnotlarla verdiği müzik önerileri vardı. Kitabı okurken hiç üşenmedim ve her seferinde açtım bu müzikleri. Açmakla çok da iyi etmişim okumama güzel bir fon oldu. İster istemez 'yazar bu bölümü yazarken bu müziği dinlemiştir' diye düşündüm. Kesin öyledir.
İkincisi ise kitabın sonuna denk gelen ve bir ütopyanın gerçekleştiği köyü görmek isterdim. Yazarın Ayşe Arman'la yaptığı röportajı okudum. Gerçekten bu köyü kurmak gibi bir amacı olduğunu, bu kitapları da onun için yazdığını, edebi herhangi bir iddiasının ise olmadığını söylüyor. Eğer öyleyse umarım o köye beni de alır. Hayal gerçekten çok güzel. Bir de oranın sanatçılar tarafından ele geçirildiğini düşünün -ki kitapta da öyle- tadından yenmez vallahi. Sanatla iç içe ve tamamen organik yaşayan bir köy. Ben de istiyorum bundan.
Bu kitapta da imla hataları vardı. bu okumamı zorlaştırdı. Neyse ki çok fazla değildi (ama bu konuda takıntılarım var elimde değil).
Kitapta dipnotlarda sadece müzik önerisi yoktu. Yazarın 2016'da yayınlamayı planladığı kitabından alıntılar da var. Kitabın ismi de belli Eden. Yaz kitapları olarak listeme alacağım ve onu da okuyacağım.
Kitabın gençler tarafından okunduğunu görüyorum ve bunu çok olumlu buluyorum. Çünkü bu seriyle kendilerini sorgulayacaklar ve sanata daha çok ilgi gösterecekler diye düşünüyorum. Kimbilir belki bu kitaplardan sonra Ayn Rand'ı da okurlar. Azra Kohen bence Türkiye'nin Ayn Rand'ı olmuş, kendisi farkında mı bilmiyorum?
Eğer beklentiniz edebi bir eser okumaksa bu kitabı tabi ki tavsiye etmiyorum. Akıcı ve konusu güzel olan bir kitap okumak istiyorum diyorsanız, bu kitabı tavsiye ederim. Okuyun bence. Çünkü okunmaya değer. Sevgiler...
12 Kasım 2015 Perşembe
En Kısa Gecenin Rüyası
Geçen hafta cumartesi Moda Sahnesinde En Kısa Gecenin Rüyası adlı oyunu izledim. Bu oyun, Shakespear'in Bir Yaz Gecesi Rüyası oyunu.
Sahne, salonun tam ortasında seyirci koltukları ise karşılıklı sıralanmıştı. Sahnenin ortada olması çok iyi olmuş, arka sırada da olsanız oyunu çok rahat izleyebiliyorsunuz (bence Moda Sahnesi, bu sistemi diğer oyunlarından da yapmalı). Neyse biz dönelim oyunumuza. Dekor son derece sade demiştim. Oyunun hangi mekanda olduğunu ışıklarla anlıyorsunuz. Duvara ve tavana yerleştirilen ışıklarla oyunun büyük bir bölümünün ormanda geçtiğini anlıyorsunuz. Tavana yerleştirilen iç çamaşırlar ise aşka bir gönderme midir, yoksa espiri olsun diye mi yerleştirilmiştir? diye düşünmeden edemedim ve ben çiçekli-desenli o sutyen ve külotları, espiri olarak algıladım. Gerçekten komikti. Sahne ortada ama oyuncular salonun neredeyse her yerini kullanıyorlar. Hatta korktuklarında seyirciye sığınıp ellerini tutabiliyorlar ( seyircinin varlığını, oyuna dahil eden oyunlar seviyorum).
Oyunun yazarı William Shakespear, çevirenleri Emine Ayhan ve Aysun Şişik, yönetmeni Kemal Aydoğan, Sahne Tasarımı Bengi Günay, ışık tasarımı İrfan Varlı ve müzik Can Güngör'e ait. Oyuncu kadrosu ise oldukça kalabalık. Hepsini tek tek tebrik etmek istiyorum. Rolün en büyüğünden en küçüğüne kadar süper bir oyunculuk sergilediler (aslanı canlandıran köylünün gözleri bozulabilir benden söylemesi).
Oyunda üç gruptan bahsedebiliriz, bunlar: Aristokrat sınıfı ( ki oyun, bu sınıftan insanlar arasında geçen aşkları konu ediniyor), köylüler (aristokrat sınıfa yapacakları tiyatro oyunu için hazırlanan kimi masum kimi de kurnaz kişilerden oluşuyor) ve periler ( hazırladıkları iksirlerle, aşkların ve aşıkların karmakarışık ilişkiler yaşamasına neden olan varlıklar. onlar sayesinde oyun hem eğlenceli hem de sürükleyici oluyor).
Köylülerde en çok dikkat çeken şey ise kullandıkları şiveler. Bence çok iyi düşünülmüş, oyunu daha eğlenceli hale getirmiş. Köylülerden bazıları Trakya ağzıyla, bazıları Güneydoğu ağzıyla konuşuyor. En son sergiledikleri Bergama halk dansı oyunun finalini oluşturuyor. Oyun Shakespeare'e ait ama uygulama Türkiye versiyonu olmuş. Çok da güzel olmuş. Emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür ediyorum.
Oyun yaklaşık iki buçuk saat sürüyor ama bu iki buçuk saat su gibi akıyor. Mutlaka izlenmeli, diyorum ve (günümüz sözüyle) şiddetle tavsiye ediyorum. Sevgiler...
7 Kasım 2015 Cumartesi
Gılgameş Destanı
Telefondan veya bilgisayardan kitap okumaktan hiç hoşlanmam. Mutlaka o kitabı elime almam, dokunmam ve hissetmem gerekiyor.
Neden böyle başladım yazıya? Çünkü, dün benim için bir ilk yaşandı. Bilgisayardan bir destan okudum hem de tamamını hem de hiç dikkatim dağılmadan. Sanırım teknolojik bir okur olma adayıyım. Neyse.
Muazzez İlmiye Çığ'ı daha önce hiç okumadım. Dün okuduğum bu kitapla yazarın diğer kitaplarını da okuyabilirim diye düşündüm.
Gılgameş Destanı tabletlere şiir şeklinde yazılmış. Tabletlerin bir çoğu kırılmış, yıpranmış, bazı yerleri de okunamıyormuş. Hatta bir dip notta, burada ki 175 satır okunamıyor gibi açıklamalar içeriyordu.
Gılgamış Sümer'li bir kral, kitapta O'nun kahramanlıklarından oluşuyor. En yakın arkadaşının ismi ise Enkidu.
Kitap Gılgameş'ın doğumuyla başlıyor, Uruk şehrine kral olmasıyla devam ediyor ve yalnızlığının yarattığı sıkıntılardan bahsediyor ve nihayet en yakın arkadaşı Enkidu'yla tanışarak yalnızlığından kurtuluyor. Bu arada Enkidu'nun da ilginç bir yaşamı var. Bu kişi ormanda hayvanlarla yaşayan onlar gibi yiyip, içen konuşmayı bilmeyen tuhaf bir insandır. Bir avcı tarafından fark edilir ve bir tapınak rahibesi tarafından da ehlileştirilir. Sonra da Gılgameş'la tanışır. Onunla pek çok kahramanlıklar yapar ve sonrasında da ölür. Ölümünden sonra Gılgameş çok mutsuz olur ve uzun bir süre yas tutar. Sonunda tanrıların rızasıyla onun gölgesiyle (ruh olabilir) çok kısa bir sohbet eder. Sohbet sırasında Enkidu toprak altında yaşadığı zorlukları anlatır. Bu anlatım Gılgameş'ı çok etkiler ve ölüm korkusuna kapılır. Hikayenin devamında da Gılgameş ölümsüzlüğü bulmanın peşine düşer ve uzun bir yolculuğa çıkar.
Bu yolculuk sonrasında ne yazık ki isteklerini elde edemeden ülkesine eli boş döner . Ölümlü bir kral olarak hayatını yaşamaya devam eder.
Masal tadında akıcı çok güzel bir eserdi. Okunmaya değer. Sevgiler...
3 Kasım 2015 Salı
Çi
Azra Kohen'in Fi'den sonraki ikinci kitabının adı Çi. Çi, Uzakdoğu felsefesinde vücuttaki yaşam enerjisi anlamına geliyormuş.
Fi'de ki karakterlerle bu kitaptakiler aynı yani, Fi'nin devamı bu kitap. Kapağın üzerinde yazan şey ise " İyi bir hikaye asıl bittiğinde başlar". Gerçekten de Fi'de bitti dediğiniz şey Çi'de devam ediyor.
Hem Fi'de hem de Çi'de Ayn Rand etkisi var. Sanırım yazar da benim gibi Ayn Rand hayranı -ki ilk ciltte zaten Bilge adlı karakterine en sevdiği kitap olarak Hayatın Kaynağı'nı söyletmiş. Hemen söyleyeyim kitabın konusunda değil karakterlerin özelliğinde Ayn Rand etkisi gördüm.
İlk kitaptaki yazım hataları bu kitapta yok denecek kadar az. Neyse ki editör güzel iş çıkarmış bu kitapta. Çi'nin bir güzel tarafı ise Gezi olaylarına da değinmesi. Keşke bu kitabı bütün polisler okusa. Polisin göstericileri cinsel yönden taciz ettiği haberleri Gezi eylemlerinde de çok yayınlanmıştı. Burada da olabilidiğince iğrenç bir şekilde tekrar dile getirilmiş. Okurken bile sinir küpü oldum. Çünkü bu tarz şeylerin yaşandığına gerçekten inanıyorum. Göksel adlı kahramanının da palalılara katılması beni hiç şaşırtmadı. Bir sosyopata yakışan da bu olmalı bence.Yine de cinsel taciz olayı olunca dayanamayıp göstericileri koruyan bir kurtarıcıya da dönüşüyor.
Ben yazarı özellikle tebrik etmek istiyorum çünkü birinci kitaptaki akıcılık ikinci kitapta da aynen korunmuş. Psikolojik tahlilleri çok iyi ( sonradan öğrendim yazar psikoloji bölümü mezunuymuş).
Şu anda da Pi'yi okuyorum. Serinin en kalın kitabı Pi. Bakalım aynı heyecanla okuyacak mıyım? Herkese iyi okumalar diliyorum Sevgiler...
2 Kasım 2015 Pazartesi
İkinci Bölüm
Cumartesi öğleden sonra Cevahir Sahnesinde oynanan İkinci Bölüm adlı oyuna gittim. Cevahir'in o kalabalığı ve keşmekeşi içinde bir kez daha rahmetli AKM'yi sevgiyle andım. Bir umut sordum oradakilere AKM yeniden açılır mı diye? Ne yazık ki onlar da bu konuda benim kadar umutsuz. Ne çok ihtiyacımız var böyle bir kültür merkezine ve ne çok ihtiyacı var bu ülkenin sanata ve sanatçıya. Neyse...
Gelelim oyunumuza, oyunumuzun yazarı Neil Simon, yönetmeni Hidayet Erdinç, dekor tasarımı Ethem Özbora, oyuncular ise Ayşen İnci, Şahin Çelik, M.Lebib Gökhan ve Veda Yurtsever İpek.
Oyunun konusu ise karısını kaybeden bir yazarla, eşinden yeni boşanan bir oyuncunun arkadaşları tarafından birbirleriyle tanıştırılmaları ve aralarında başlayan aşk hikayesi. Aralarında aşk başlıyor başlamasına da eşinin yasını tutan yazarımız bu yeni ilişkiyle derin bir çatışma içerisine giriyor. Oyunda işlenen ikinci bir konu ise bu kişileri tanıştıran kişilerin evliliklerinde yaşadıkları sorunlar.
Ben oyunun özellikle ilk perdesini çok sevdim. Hatta bence ilk perdede oyun bitirilseydi çok daha hoş olurdu. Ama oyunun işlediği konu ikinci perdede verildiği için, ikinci perde de gerekliydi. İlk bölüm bol kahkahalı bir bölüm oldu. Ben bile kahkaha attıysam oyun gerçekten komik demektir (yerli yersiz her şeye kahkaha atan seyirciye taş attım burada). Hal böyleyken ikinci bölümde de böyle güleceğinizin beklentisi içerisine giriyorsunuz ama öyle bir şey olmuyor. İkinci yarıda sürekli kavga eden bir çiftle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu defa diğer iki oyuncu seyirciyi güldürmeyi başarıyor ( pek güldüğümü söyleyemem).
Ben kadın-erkek ilişkilerinin irdelendiği konuları pek sevmem ama bu oyun güzel kurgulanmış ve işlenmişti. Bence izlenmeye değer bir oyun. Sevgilerimle...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)